Sayfalar

2014-01-12

Kayıp Köpek Türkiye

 


Bir süredir bahsetmek istediğim değerli bir arkadaşımın sosyal girişimi var. Nasıl başlasam diye düşünürken yine bir film ilham kaynağım oldu..

"Hachiko: A Dog's Story"
 
Hayvan sevgisinin birebir yaşandığı bir evde büyümedim. Küçükken talihsizlik o ya bir horozun bacağımı gagaladığını hatırlıyorum o zamandan sonra uzun bir süre hayvan gördüğümde ürktüm. Taa ki kuzenimin minik köpeğini tanıyana kadar, uzun yaşayan şanslı köpeklerdendi. Kara olan tüylerinin bir kısmının beyazlığını bile görebildik... Sakindi, sadakati ve karşılık beklemeden çok ama çok sevişiyle hayvan korkumu onunla birlikte yenmiştim. Hayatta her şey gibi kötü yaşanmışlıkların ardından gelen iyi deneyimdi o; horozla başlayan korkum sayesinde sevgiye döndü.

Ardından kedilerin aslında nankör değil karakterli olduğunu öğrendim vs vs..
 
Filme gelince kendisi yarım saat aralıksız ağlamama sebep oldu. Sadakatin, sevginin ne demek olduğunu öğreten gerçek bir hikayeydi. Başrolünde Richard Gere'in ve Akita türü köpeğin oynadığı film, zaman içinde birçok kelimenin içini boşaltmayı becermiş bizler için unutulan çok duyguyu yeniden akla getirir nitelikte.

Filmde geçen kısa bilgilendirmede Akira türünün insanla ilk dost olan tür olduğundan bahsediliyor.

Başkasına götürülmek üzere yola çıkmış bir yavru köpeğin kaybolması ve kendi sahibini seçmesini anlatan filmde asıl dokunaklı kısım 9 sene boyunca aynı tren istasyonunda sahibini bekleyen bir köpeğin hikayesine dönmesi.

İşin ilginç tarafı bu hikaye hayal gücü ile hikayeleşmemiş, gerçekmiş. Gerçek Hachiko'nun bronz heykeli Shibuya (Tokyo) istasyonundaki bekleme salonundaymış. Kelimelerle ifadesi zor olan filmi, tüm hayvan severler ve hatta sevmeyenler(sevemeyenler) izlemeli, ne demek istediğimi o zaman hissederek anlayacaksın. Şahsen etkilendim hem de çok..

Yazının başında bahsettiğim blog ise Sevgili Ceyda Keçeli'ye ait. Benim de yakından bildiğim bir hikayesi var bu sürecin. Ceyda, köpeği Gofret'in kaybolmasına çok üzüldü ve o dönem köpeğini bulmak için başvurabileceği platformlar aradı. Hayatının büyük kısmı birbirinden farklı platformları tanıyarak geçmesine rağmen bu konuda istediği gibi yardım alabileceği bir platform bulamadı.
 
Gofret bir süre sonra biraz yıpranmış olarak bulundu ancak Ceyda bu işin peşini bırakmamaya niyetliydi ve tamamen kişisel çabasıyla bir sosyal girişime imza atmaya karar verdi "kayıpköpek"..
 
Öncelikle twitter hesabı açtı @kayipkopek ardından facebook sayfası Kayıp Köpek Türkiye işinden fırsat bulduğu zamanlarda yurdun her yerinde ev arayan köpekleri, kaybolan köpekleri paylaştı. Her ikisi de sahiplerini buldu...
 
http://www.kayipkopek.org/ adresinden hizmet vermeye devam eden platform gittikçe büyüyor. Bizler her geçen gün yeni mutlu buluşmalara şahit oluyoruz.
 
Hachiko filmini izlediğimde bir hayvanın kaybolmasında ya da yuvasız kalmasında üzülen tarafın hep hayvan sahipleri olduğunu düşünmemin ne kadar eksik olduğunu anladım. Böylesi hissiyatı derin hayvanlar zaman içinde duyguları evrime uğramış bizlerden daha saf ve temiz sevdiklerine bağlılar...

Belli bir yaştan sonra bilindik geyikleri de yapılan insanların hayvan sevgisinin nedenini şimdi anlıyorum, kim bilir belki onları karşılıksız tek seven onlardır.


Ps: Film güzel, Kayıp Köpek Türkiye güzel ve şu an hissettiklerim çok daha güzel.. Teşekkürler Ceyda, köpeğini bulduğunda sadece ona değil tüm köpeklere sarıldığın için...

2014-01-02

İnsan çocukluğunu hep mi özler?



Ne zaman ayva marmeladı yesem ananemin tereyağlı kızarmış ekmekleri gelir aklıma; ardından gözlerimi kapatır, çocukluğumun tadını çıkarırım..

Kış günleri apartmanların önüne yığılmış kömürlerin saatlerce görevlilerce kazan dairesi denilen bir yere taşınması şimdi ne garip.. Kömür yüzünden İstanbul'da kış akşamları göz gözü görmezdi hatta astım hastalarının çıkması sakıncalı olacak kadar durum vahimdi.

Yazları akşam üstleri yine göz gözü görmez saatler yaşanırdı ki bu sefer sebep sinek ilacı yapan aracın mahalleye uğramasıydı. Bir dizi çocuk bisikletle arkasından giderdi aracın, şimdi evde böcek ilacı sıksak maske takıyoruz...

İşte tüm anılarda çocukluğa dair biraz sisli biraz dumanlı bir akşam üstüne ait; o hep çok sevdiğin akşam üstüne...

Sarı telefon kulübeleri vardı, kapısı körüklü hani.. Bir sevgilin vardı senin hatırlıyorum yazın Kumburgaz, Erdek, Avşa öyle bir yerde tanışmıştın. Telefonu çevirme anını hatırladım bir an. O zamanlar kolumuzda kuka kuka iplerini alıp ördüğümüz bileklikler vardı,biliyor musun hala yazları takarım onlardan.. Evlerde tek telefon olurdu zaten malum telsiz telefonda ütopik bir şeydi. Ev telefonu sabit dururdu ve sen tüm aile halkının gözüne bakarak en ciddiyetsiz şeyleri ödev tarifi alır soğuklukta yapardın. Şimdilerde bunları kim kullanıyor dediğimiz telefon kulübeleri o zamanlar şirin aşk yuvacıklarıydı. Küçük, orta, büyük jeton seçenekleriyle olduğu kadar konuşulurdu. Bilmeyenler ne rahatlık içinde yaşadığını anlasın, bilenler de iki dakika telefonları bozulduğunda yaşadığı isyanı biraz bastırsın. Günümüzde teknolojinin aşk üzerine olumsuz etkileri üzerine yakın zamanda iyisi mi bir şeyler yazayım bak ki pek olumsuz düşündüğüm bir mevzudur kendisi..

 
Şimdi neredeyse kulağımızda uyuduğumuz telefonu kullanmak yerine "bu akşam müsaitseniz annemler size gelecek" demek için komşuya gönderilmek suretiyle bu repliği defalarca kurmuş çocuklardanım ben mesela.. Kulakları çınlasın koca adamım benim ıslık çalardı aşağıdan çocukluk arkadaşımız bahçedeki banklarda otururduk, kikir kikir... Hazzı şimdilerde hiçbir muhabbette yok!.. 

Başka bir seçenek daha vardı iletişim için mektup. Şimdilerde yaşadığın en tutkulu aşktan kalan, ansiklopedi arasında saklayabileceğin bir mektup yok, hoş ansiklopedin bile yok.. Verilen gülün yaprakları da saklanırdı değil mi? Ahh ben romantik değilim dediğimde kızıyor bazıları, evet değilim çünkü  yaşanan suniliğin romantizm olduğunu düşünmüyorum, şarap vs. özel bir yerde yemek! Biri ile ıslak hamburger yiyebilirsin ya da lahmacun ne bileyim ama havada öyle tatlı bir elektrik vardır ki elini kolunu doğru yerde tutmak zorunda olduğun yerde yakalayamayıp sadece oynayabileceğin bir şey. Gerçek romantizm sana gelen çiçeğin yaprağını kitap arasında kurutmak, kalbimdeydin demek değil gerçekten yıllar geçse de anılarının hala acıtması, sıradaki sıradaki yapmak değil beklemek saflıkla belki.. Artık şehir hayatı yazık ki artık ilişkilerin seri katili.. Her seferinde farklı yöntemler kullandığından yakalanmıyordur belki..
Yine başka bir dala doğru yola çıktım ama...
 
 
Ne diyordum? Heh, O zamanlar kabul edelim herkesin televizyon üzerinde dantel bir örtüsü vardı. Kocaman volkmenlerimiz, ara ara sardığından saatlerce bizi uğraştıran kasetlerimiz, gençlik dergileri vardı oralardan takip edilirdi tüm dünya müzik haberleri. Yakışıklı erkek gruplarının üyeleri paylaşılamazken, Slash gibi ağzının yüzünün bile pek net görülmediği, gitarı konuşturan gizemli pis adamlara aşık olunurdu. Erkeklerse hep aynıydı seksi olanlar revaçtaydı ki yaptığı işe de pek bakılmazdı.. Değişen bir şey yok biz yine pis çocuklara aşık olurken erkekler yine kadınlara hormonlarıyla bakıyor. Yüzyıllar sonra da değişmeyecek ortak bir tarih özelliği bulduk ya çok rahatladım.

Ahh radyo zamanı yazdım öbür bloguma bunun üzerine hala keyifle dinlediğim radyo tiyatrolarını iple çekerdim, sonraları tabii radyolar da çoğaldı. Biraz zorlayınca bir isim çıktı bak mesela Gecenin Serserisi diye bir program vardı Orhan Çetin.. Nasıl güzel bir sesi vardı, offf.. Minik bir bakındım da o programın prodüktörü Nazan Öncel'miş ve Orhan Çetin felç geçirmiş. Hayat...

Kalabalık bir ailenin samimiyeti ile büyüyen bir çocuk olarak kimsenin anlamadığını düşündüğümüz par dili, kuş dili gibi senkronize saçma diller üretip aramızda iletişim kurardık.

 
Kuzenim bize geldiğinde bir çekmeceyi boşaltır kendi eşyalarını koyardı, ee bir süre bizde kalırdı. Yataklar serilir, saatlerce kikirdenirdi. Uyuyana kadar konuşulur, son konuşan uyudun mu? diye sorardı; ses çıkmayınca o da rüyalara dalardı. Şarkısı ise belliydi hala söylerim "halamın kızı zehraaaa" :) Barış Manço...

İnsan çocukluğunu hep mi özler? 
 
Geçen gün bir arkadaşım elinde kutuyla geldi.. Sürpriz! Nostalji kutusu dedi yanılmıyorsam, içini açtığımızda karşımıza çıkanlar aynı anda sırıtarak konuşmamıza sebep oldu. Kutunun içinde  leblebi tozu, su fışkırtan yüzük, patlayan şeker, sulugöz, yumiyum, altın çikolata, tipitip ve daha eskiye dair gülümsetecek çokça şey vardı. Kimin fikriyse bu kutu fikri hem mutlu edecek hem kazandıracak bir fikirmiş. Hani derler yaa seks ve şiddet satar diye zaman öyle bir zaman ki eskiye saflığa duyulan özlem de artık güzel satar...
 
 
Sokaktan seslenirdin annelere kim bilir dondurma parası için nerede şimdilerin diafonu yok efendim kamerası. Pardon yaa şimdilerde çocukların cep telefonu var ki o çocuklar zaten dondurma almak için muhtemelen annelerini aramıyorlardır.

Geçen gün seninle hep olduğu gibi gecikmeli buluştuğumuzda konuşmuştuk hatırlıyor musun?
 
- Yahu biz telefon yokken nasıl buluşuyorduk? diye..
Yine laf döndü dolaştı telefona geldi. İnsanların gecikme sebeplerinin kendileri olduğu yıllardı tabii; artık bir yerden bir yere gitmek için proje planı hazırlamak gerekiyor ki kesin saat konusunda sapma payı bırakılmalı; yolda kaza olabilir, devlet büyüğü geçiyor olabilir, metrobüs bozulmuş olabilir, köprüden biri atlıyor olabilir en önemlisi sebep ise "hiç" bir şey olmadan trafik olması tabii o da ayrı. Standart buluşma mekanları vardı öyle nedense buluşulacak mekana kolay kolay önceden karar verilmezdi, hayat daha doğal akışına bırakılırdı sanki.. AKM, Kadıköy PTT, Boğa heykeli önü  vs. her semtin buluşma mekanları vardı. Saat 12'de boğanın önünde dediğinde orada olmamak gibi bir şansın da yoktu gecikme halinde bunu bildirebileceğin bir telefonun da..

 
Yurt dışından gelen her şey lezzetli gelirdi haliyle buranın aburcuburu tombi ile başlayıp çokomel ile biten geniş bir yelpazeye sahipti yani en azından çocukken geniş gelirdi.
 
Dondurma yazları olurdu mesela, birçok meyve ve sebze gibi.. Kar yağarken dondurma yiyebiliyorsun şimdi miss..

Anne ile gidilen günler, börekler, kısırlar :) Allahım prenses gibi süsler kol çantası gibi götürürdü mini miniyken annem beni, evdeki eğlenceli ayrıntıları keşfeder, bıcır bıcır anlatırdım artık ne biliyorsam...

Bahsetmişimdir kesin Üsküdar'a giden bir otobüste yağmur yağarken "anne ne kadar kaldı" sorusundan sıkılıp yeni öğrendiğim şarkıyı tüm gözler önünde eğlenerek söylemiştim. Neyse ki sevimliydim deli sanmadılar. Ah şu Ayşecik filmleri, kariyerimi bitirdin (:

Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur
Katibimin setresi uzun eteği çamur
Katip uykudan uyanmış gözleri mahmur

Katip benim ben katibin el ne karışır
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır

Üsküdar’a gider iken bir mendil buldum
Mendilimin içine lokum doldurdum
Ben yarimi arar iken yanımda buldum

Katip benim ben katibin el ne karışır
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır
 
Bu kaderimin şarkısı olabilir mi? (: neyse...
 
Buz dolaplarının derin dondurucuları değil buzlukları vardı, merdaneli çamaşır makinesine de yetiştik tabii biz ucundan onu bırak gırgır diye yüzyılın keşfi olarak vaktinde pazarlanmış alet halen satılıyordu. Oww o gırgır da ne ziyan bir şeydi, yere sürerdin isterse çeker de yine canı istemezse geri bırakırdı.
 
Sokaklarda bağır çağır geçirilmiş bir çocukluğun sonlarındandık aslında biz.. Mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım, köşe kapmaca, yakan top, renkli istop, bilye, seksek, ip atlama, kulaktan kulağa, körebe, birdirbir aklına ne gelirse artık hepsini vaktinde oynadık, bisiklete binmek spor değil oyundu o zamanlar. Aaa bir de ev oyunları vardı "İsim, şehir, hayvan, bitki, eşya oyunu", Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor? gibi oyunlarımız vardı. Aslında işin özü şuydu şimdiki gibi oyalanacak çok şeyimiz de yoktu; çocuktuk, yerimizde duramıyorduk, sokaklar oyun sahası demekti, özgürlük demekti.. Oyun bulamasak uydururduk..
 
Çöplerin grev yüzünden uzun süre toplanmadığı, elektriklerin sürekli kesildiği, suyun aylarca belli saatlerde aktığı zamanlar yaşadık; her şey oyun gibiydi ve biz de zaten çocuktuk..
 
Öğlen uykusu zorunlu olduğu yıllardı bizim evde annem elimize bir de kitap tuttururdu, cezalı gibi okurduk, okurduk da iyi ki de okumuşuz.
 
Bilgiye ulaşmak için çaba sarf ederdik bak işte şimdilerin en çok bu lüksünü seviyorum, elinin altında.. Dönem ödevleri verirlerdi evdeki ansiklopedi de yoksa mecburi istikamet kütüphane.. Çizgisiz dosya kağıdına yazardın ve bir hata yaptın mı hooop çöp! Yazardın dediğim de olduğu gibi kopyalardın, işin gerçeği. Benim ilgi alanımdı mesela ansiklopediler o zaman da meraklıydım; her gün yeni bir şey keşfeder gibi bir parçasını okurdum..
 
Biraz daha yakın bir zaman diliminde gazeteler kuponla ansiklopedi, bisiklet, televizyon, yemek takımı, çatal bıçak takımı, araba, bavul ve daha akla hayale gelmeyecek şeyleri bir dönem verdi ki bence toplamayan da yoktur bir dönem. Hatta bir ara öyle bir durum oldu ki insanlar gazetenin yanında kupon biriktirmeyi bıraktı kupon için gazete almaya başladı. Müdahale olunca duruma hayat normale döndü..
 
An itibariyle bir anda aklıma gelenler sadece bunlar.. Değişmeyen en önemli şeyi söyleyeyim;
İnsan çocukluğunu hep özler, hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın... Yeğenimin yaralanma sebebi plajda ipad ı ayağına düşürmesiyken benimki ablamın arkasından koşarken sokakta cama düşmekti..
 
Büyüdüm; kaybettiğim yakınlarımı, çocukluğumdan kalma sesleri, anları, anıları özledim. Oyunlar artık büyük oyunları, güldüren değil inciten cinsinden ve evet insanlar artık bilinen manada mızıkçı da değil gerektiğinde gözünün yaşına bakmayanından..
 
İnsanın özlediği saflıktır, yaşanmış olan anlar hep güvenlidir; başına ne geleceğini bildiğinden çocukluk güvende hissettiğin yerdir. Hayatının belki bugüne taşıdığın iz bırakan günlerini yaşasan da dönüp bektığında kötüler bilinçaltına geçmiştir, hep özlem duyulanlar ise hatırlanır, mutlu eder.. 


 
 
Ben aynı senin gibi ne zaman çırpı bacaklı çocukluğumu hatırlasam, o zamanki kutuplardan basık ekvatordan şişkince gülümseme belirir yüzümde ve kimse o anda aldığım hazzın ne olduğunu anlayamaz..
 
Ps: Sevgili ablamın Cuma geceleri annemler dışarıdayken zorla izlettirdiği korku filmleri geldi aklıma. Gözlerimi kapatırdım görmemek için; bir gece boğazımı tutup "hiç beklemediğin bir anda seni gelip boğacağım" demişti. Bu kadar geriye dönünce hatırladım bak şimdi  :) Seni şakacı, arkanı iyi kolla!.. Linkte güzel bir şarkı bıraktım..
 
 
..

3 Idiots - 3 Aptal



Bu hafta rastgele film kuşağımda tam olarak farkında olmadan başladığım bir "Bollywood" filmi vardı. "Aman tanrım" dediğini duyar gibiyim, haklısın ben de öyle başladım ancak işin garibi filmi kapatamadım, resmen sürükleyiciydi.

Fazlasıyla film sever biri olarak bu zamana kadar Hint filmlerinden neden uzak durduğumsa aşikardı. Anlamsız yere birden bire başlayan garip dansları, abartılı aşkları ve hareketliliği nedense senin kadar bana da her zaman itici gelmiştir.

Bir yandan da Bollywood sinemasına bayılmasam bile takdir etmeden geçemiyorum, çok özgünler... İsmi bile fena halde uydurma, Hollywood ve Bombay'dan esinlenerek konuşmuş, ancak yapılanlar kültürlerine özel.. Kendi sinemamızı düşünelim karakteri Bollywood filmleri kadar belirgin mi? Kabul edelim adamların saygı duyulası bir tarzı var. İnternetten edindiğim şaşırtıcı bilgiye göre eğer doğruysa dünyada en çok film üreten ülke Hindistan..

Filmimiz 2009 yapımı "3 Aptal" orijinal adı ile "3 Idiots".. Dakika bir filmin isminde de bir gariplik vardı, kabul ancak "dumb and dumber" filmine hala gülen biri için bu isim çok da kafa yorulmalık bir ayrıntı değildi.

3 Arkadaşın üniversite hayatını anlatan film tam tamına 170 dakika sürüyor. (Araştırmam sırasında anlıyorum ki Bollywood filmleri genelde böyle uzunmuş) İtiraf etmek gerekirse dans bölümlerini gözümü bile kırpmadan atlayarak geçtim. Sevene iyi seyirler, yapanın da emeğine sağlık ancak benim dünyamda bünye kaldıracak bir durum değil pek hoşlaşmadığım Hint müziği ve gerçekten garip dansları.

Bu filmde de Bollywood ritüelleri elbette var.. İlk görüşte aşık olan adam, bir türlü kavuşulamayan aşk, aşk esnasında müzik eşliğinde esen rüzgar, tüm karakterlerin bir anda delirmiş gibi işi gücü bırakıp anlamsızca dans etmesi ki kendi içinde bizim anlamadığımız bir senkronizasyonu illa ki vardır..



Peki bu kadar şikayet edip filmi neden sonuna kadar izledim; çünkü harika işlenmiş bir mesaj veriyordu ve gerçekten şaşırtan bir senaryosu vardı. Mesaj eğitim sistemi ile ilgiliydi. Çok ayrıntı vermeden geçmek gerekirse kişinin kendini güçlü gördüğü alanda başarılı olacağını, birilerinin baskısı ve yönlendirmesi ile yönelinen işleri yapan insanların aslında vasatı geçmeyeceğini sonunda şaşırtarak gösteriyordu. Filmin başrol oyuncusu tutkulu bir mühendis olsa da okumak için hayatın çeşitli zorluklarına göğüs germeliydi, ezberci zihniyeti eleştirdi doğru yolu kendi yordamıyla buldu...

Aynı filmde güldüm, baydım, duygulandım, sıkıldım, etkilendim, sürüklendim ve aklına gelebilecek bir çok zıtlığı aynı anda yaşadım.. Dedim yaa mesaj tam anlamıyla harikaydı, tarzına bayılmasam da bence izlemelisin, seni bilmem ama birden fazla duyguyu bana yaşatabilen filmleri de ayrıca seviyorum aynı kendi hayatımda aynı anda birden çok duyguyu yaşayabilmenin tadına vardığım insanları sevdiğim gibi..

Film hakkındaki eleştirileri okursan  kafan gerçekten karışabilir; bu kadar zıt yorumu şahsen birlikte hiç okumamıştım. İzleyenler ya nefret etmiş ya da en'le kategorisine koymuş. Sevmeyenlerin çoğu sanırım bu kadar konuşulmuş bir filmin Hollywood filmleri tarzında olmasını bekliyordu, arkadaşım elimizde net bir Bollywood filmi var, yersen ikram ediyorum..

Ps: Hayatta yeniliğe açık olmak lazım. Tavsiyem yeni girdiğimiz yılın ilk günlerinde biraz farklılaşman. Farklı insanları solu, tarzın olmayan bir film izle, duymaktan kaçtığın birini dinle, hiç bilmediğin bir tarif dene, görmediğin bir yerleri gez, hiç bilmediğin bir ruhu keşfet, dokunduğunda aklın kalacak birine dokun.. Hep demem o ki farklılıkların tadını çıkar.. Sevgiler..
Müziğimiz ise beni benden alan bir tango, çook sevdiğim tutkuda ve tabii ki linkte..