Sayfalar

2012-08-08

Müjde!! Uyurizler oldum..



İki gündür uykusuzum.... 

Sıcak hava ve nem sayesinde uyuyamadığım gibi nedense sabahları enteresan şekillerde uyanmak zorunda kalıyorum ki zaten sabah uyumuş oluyorum.

Dün yaşadığım ilçe sınırları içindeki STK'ları iftar yemeğinde toplamak istediklerini söylemek için biri beni aramıştı, kaçtı 10:00'du konuşmanın ortalarına doğru ayıldığımı itiraf etmekten çekinmiyorum. Önce bir arkadaşımın uykusuz olduğumu bildiğinden yine hain bir şaka yaptığını sandım ama çaktırmadan, hıhı hıhı diyerek algılarımın açılmasını sabırla bekledim....

Geceleri evin odalarını yastığımla dolaşıp parmağımı ıslatıp en serin odada rüzgar yönüne doğru uzanıp uyuyorum hayır hayır bayılıyorum... Uykusuzlukla ilgili daha önce bir yazı yazmıştım zaten ama bu artık başka bir boyut kazandı.

Bu sabah bayıldığım odada rüya görerek uyandım. Kalabalık bir parktaydım ve beyzbol oynayan çocuklar vardı. Ortam inanılmaz kalabalıktı ve ben elimde sosisli ve colamla kenarda bağırıyordum. Hadii, hadii... Yakala!! Bir saniye yaa dememle birlikte gözlerimin açılması bir oldu. Evin bu cephesi tenis kortuna bakıyordu ve çocuklar tatil sebebiyle sabahın kör karanlığında ders almaya başlıyordu (zalim aileler, çocuklar yeni kurtuldu okuldan, spor yapsınlar da yazıktır akşamüstü olsun bare, kesinlikle kendimi düşündüğümden değil:p) Sanırım iki gecedir uykusuzluktan izlediğim sabun köpüğü Amerikan filmleri yüzünden kendimi beyzbol sahasında zannettim ki mantığını geçenlerde bir arkadaşın anlatmasına rağmen o insanların dört bir tarafa dağılıp sopalarla sağa sola neden top fırlattıklarını hala anlayabilmiş değilim :) Sosisli pek sevmem, cola da çok ender içerim...Uykudan önce aşırı dozda alınan Amerikan kültürüne devam edersem pek yakında Hollywood için senaryo yazmaya başlayabilirim. Filmin bir kaç yerinde Amerikan bayrağı, Amerikan tarihine dair bir kaç parça atmam gerektiğini bile öğrendim...

Klima beni fena çarparken, şu ses çıkaran vantilatör mi deniliyor her neyse içtiğim keyif sigarasını bencilce kendi içerken, bu sıcakta azimle içtiğim bitki çayımın soğumasına ve beynime beynime vurdukça kafamın iyi olmasına sebebiyet vermekte...





Dün gece bu saatlerde izleyip biraz halime şükredeyim dediğim sabun köpüğü film "Bridget Jones Diary" idi ve evet her izlediğimde tüm şapşallıklarına gülüyorum. Ahahah şapşal insanları hep sevmişimdir... Şu takıntılı olduğum samimiyet kokarlar çünkü oynamazlar. Uyurken pardon bayılırken söylediğim tek bir cümleyi hatırlıyorum, yüzümdeki sersem gülümsememle "Sağ ol Bridget, hala yeteri kadar şapşal değilim"






Bu gece tüm o korku, gerilim, bilim kurgu, animasyon, macera, aksiyon daha bir çok türün sevgiyle birbirini kucakladığı arşivimden seçtiğim en güvenli sabun köpüğü film "27 Dresses" dı... Bu tip filmler izlerken kötü şeyler düşündürmez... Eski sevgilini, arkadaşını vs. hatırlatır hatta özletir ama nedense kötü bir anı aklına gelmez. Yüzünde anlamsız bir ifade vardır, izlerken başka şeylerle uğraşabilirsin mesela oje sürebilir, bir yandan oyun oynayabilir, şişeyi kafana dikebilir, film devam ederken patlamış mısır yapıp gelebilir ya da sipariş verdiğin yemeği almaya gidebilirsin. Kaçırmamanız gereken can alıcı şaşırtıcı bir ip ucuolmadığından filmi durdurmanıza gerek yoktur ;)

"The Devil Wears Prada" çok sabun köpüğü olduğunu düşündüğüm filmlerden biri değildir (bir gece yeniden izler yazarım) 27 Dresses aynı senaristin filmi... Film basitçe kusursuz uyumu bulmak üzere... Kusursuz uyuma inanmam ve bunu tabii ki bu yazıda kısaca yazıp geçme niyetinde değilim bu konuda söyleyeceklerim çok..

Ancak bana yardımcı olman gereken bir konu var neden bu tip Amerikan filmlerinde baş kadın adamı tam kaybedecekken eline bir mikrofon alıp saçmalar, düğün böler ya da umutsuzlukla başka bir ülkede büyük bir iş kabul etmiş adamın peşinden uçağı durdurup seni seviyorum diye bağırır..

Şimdilerde düşünüyorum (ki bu genelde düşünmediğim anlamına gelmiyor :) Türk filmlerinden birinde dalga geçtiğim bir sahne var; adam kadınla tam trene binerken esas adam gelir ve onları durdurur... Kadının yanındaki beyefendi sevgiye olan saygısından kadınla birlikte elindeki bavulu da esas adama verip bunları nedense aynı meçhule giden o trene bindirip yolcu eder... Hala kendi bavulunu ona vermesini herhalde stil ve bedenleri aynı diye anlamlandırmaya çalışıyorum. Hem baksana yolculuk etmek istedikleri yer bile aynı yani aynı kadından hoşlanabilmelerini anlayabiliyorum. Neyseeee... :) Amerikan filmleri bunları daha alttan verdiğinden gözümüze çarpmıyor sanırım..



Şimdi bekarlara sesleniyorum, kendinize uzağa giden bir sevgili, durdurulacak bir uçak hiç olmadı herkesin içinde rezil olabileceğiniz bir organizasyon bulun ve mikrofonu ele geçirin mutluluk bu yoldan geçiyor olabilir. Gerçi partneriniz Türkse ve o uçağa hatırı sayılır bir ücret ödediyse uçağı listenizden çıkarın... Gezmek için dahi olsa o adam o uçağa biner... :)

Ps: Kusursuz uyumla ilgili yazımı merakla bekle, bu tatta olduğum bir anda yazarsam çok eğleneceğiz... Hımmm LİNK'imiz sözlerinde çok şey bulduğum harika bir parça ???

2012-07-26

Başka açıdan özlemek..



Geçenlerde değerli bir dostumla hep olduğu gibi laflarken, konu nasıl oldu bilinmez özlemekten açıldı. Özlemenin, çoğu zaman acı hissiyatıyla kıvamlıca yoğurulup bünyeye alınan bir duygu olduğu konusunda evet, hem fikiriz. "Hiç gülümseyerek özlediğin bir şey olmadı mı?" sorusuna karşılık bir süre onun düşünmesine sebep olmak, tutmasına rağmen sağa sola çekilen hatta yayılan dudaklarını izlemek keyifliydi. O an özleyerek düşündüğü; bir akşamüstü, sevgilisiyle sarılıp uyuduğu bir gece, şuursuzca eğlendiği bir akşam ya da ne bileyim çocukluğundan bir kareydi; gördüm, gülümsedi!..

Bana neden hep özlem duyduğumu sorduğunda ise gülümseyen benim..

Şöyle bir bakalım ressamlar, yazarlar, şairler, heykeltıraşlar vss vss... eserlerinin çoğu özlediklerinin somutlaşmasıdır. Onlar eserlerini çıkarırken ağladılar mı güldüler mi bilemem ama iyi ki özlemişler... Baktığında eserlere memlekete, platonik bir aşka, eski sevgiliye, gençlik yıllarına, rüya gibi günler geçirdiği bir sahil kasabasına duyduğu özlemi buram buram soluyabiliyorsun. 

Benim de özlemekten beslenen bir arkadaşım vardı,

"ben hayaller kurarım ve onları özlerim" 

derdi.

Söylediği cümle ilk gençlik yılları için tarafımca "kaç kaç deli diye" karşılansa da şimdilerde anlaşılır bir hal aldı... Uzun yıllar sonra bir araya geldiğimizde bu cümlesini hatırlattım ona "hala hayallerini mi özlüyorsun yoksa gerçekleştirdin de özlem bitti mi?" diye sordum, bana verdiği cevap yeniden düşünmeme sebep veren cinstendi...

"Gerçeğe dönen her hayal, yeni bir özlem doğurur!" 

Haklıydı....

Zamanında hastalıklı gelen bu düşünce, aslında bir gerçeği yüze vurur şiddetteydi.

Özlediğimiz şeylere kavuşmak anlık mutlu ediyordu ve biz başka şeyleri özlemeye devam ediyorduk...

Tüm bunları düşünürken açık olan radyodan bağır çağır dilimizden olan olmayan karmakarışık şarkı sözleri geliyor kulağıma, ohooo bunlar hep özlem :)

Bazı ruhların özlemekle beslendiğini öğrendim artık, özlemekle ürettiğini... Misal hayal ettiklerinin gerçek olmasının aslında onda sadece şaşkınlık yarattığı bünyeler olduğunu, o kadar alışmış ki özlemeye...

Şey gibi düşün mesele hıımmm..
( "Şey" sonunda yazılarıma da girdi, asil bir dostumun "neyi Nihan neyi?" dediğini duyar gibi oldum :) Sanırım doğru, bir "şeye" anlam yükleyince öteki "şey" özlemle sırada bekliyor.;) )
Bir kitabın film haline getirilmesi gibi. Kitabı okurken kendi hayal gücünle zengin mi zengin kurduğun mekanları, insanları, bir olay anını düşün sonra filmi izlersin püüüff başkasının hayal gücü, film güzel olmamış! Evet güzel olmamış çünkü senin hayalinde, seninle kardığın hiçbir şey başkası tarafından aynı şekilde somutlanamaz. 


Özlemini duyduğun da öyledir zaman zaman.. Özleten o değil, özleyen sensindir. Kendince bir an seçersin, düşünürsün, üzerine daireler, renkler, çizgiler, hikayeler, şarkılar ohooooo!.... Özledikçe zenginleşir, özledikçe özelleşir, özledikçe ilham verir... Aklımız özlediğimiz şeylere her kavuştuğumuzda "hıımm bu değildi" diyerek bu oyunu bize defalarca oynar.

Yaşadığı duygulardan kaçan, onları inkar etmenin komik olduğunu halen fark etmemiş veya hiç  fark edemeyecek insanlar tanıyorum. Acı, özlem, ihanet, hayal kırıklığı vs. tüm bu duyguların aslında yeni yolculukların anahtarı olduğunu farketmemiş olanlar. Neden bunları sürekli bastırmak veya inkar etmek yerine yular geçirip yeni yolculuklara çıkmıyoruz. Herkes resim çizemez, herkes şiir yazamaz ya da kulaklara hoş gelen bir tınıyla şarkı söyleyemez; bunu ben de biliyorum. Unutma, üretmenin yolu sonsuz.. Şimdi bir bak bakalım neler var oralarda....


Ps: Yazıda çokça kullandığım kelime ile sonlandırma fikri daha hoş göründü gözüme.. "Özlüyorum, bir ömür bıkmadan özlemeye devam edeceğim; geçmişi, şimdiyi, geleceği.." Link'te bir özlem şarkısı...
  

2012-07-16

Nemo ile başladık ama....



Geçen gün sevgili pıtırcığımla Finding Nemo'yu bir kez daha izledik. En sevdiğimiz animasyon filmlerinden biri olan bu çizgi filmde pixar yine hayırlı bir iş yapmış ve iyi iş çıkarmış.

"Eee şimdi Nemo'yu ne yapalım biz de izledik" diyeceksin ki haklısın; gerçi bazıları bilirsin çizgi film çocuklar içindir der ki bu animasyon :) Çizgi filmin çocuklar için olmasına gelince üzüldüm senin için dostum... Çizgi film mutlu insanlar içindir, yaşı kaç olursa olsun.... Hafta sonları sabah yumurtamı yerken Sünger Bob ve şu basit saçmalıklarla zekice uğraşıp dünyayı kurtarır ciddiyetiyle sürekli bir iş peşinde koşan penguenleri izliyorum. Sabahları dünyaya gözünü ilk defa açmış insan kıvamında bir süre "neredeyim" diye algı sorunu yaşayan benim gibi bir insan için güzel bir başlangıç oluyor ki eminim senin için de değişen bir şey yoktur...

 Bilmeyenler için "Finding Nemo, bir baba ile oğlunun hikayesini anlatıyor. Tehlikelerle dolu bir dünyada yaşadıkları için baba, mavi dünyaya karşı yoğun bir merak duyan oğlunu kanatları altına almıştır. Fakat günün birinde Nemo kaybolur ve bir balık tankına konulur!



Oğluna düşkün büyük balık Marlin, denizleri birbirine katma pahasına oğlunu bulmaya karar verir. Marlin, çıkacağı yolculukta kimin dost, kimin düşman olduğunu anlayacak ve tehlikelerle dolu sularda heyecanlı serüvenler yaşar. Marlin'e bu tehlikeli yolculukta tanıştığı her şeyi unutabilme konusunda kabiliyet sahibi Dory eşlik eder.
Daima nitelikli animasyonlara imza atan bir ekibin ürünü olan çalışma, bilgisayar animasyonu ile yaratılmış mavi dünyası ve senaryosuyla ile çok beğenilmişti."
Nemo'yu yeniden izlerken büyük büyük paralara çekilip, saatlerimi harcadığım aşk filmlerinin bana hissettiremediği bir diyalog çok dikkatimi çekti.



 
marlin: it's over, dory. we were too late. nemo's gone and i'm going home now.
dory: no..no, you can't! stop! please don't go away. please? no one's ever stuck with me for
so long before. and if you leave, if you leave...i just, i remember things better with you.
i do. look, p. sherman, 42..40..2..agh! i remember it, i do. it's there, i know it is
because when i look at you, i can feel it. and i, i look at you and...i'm home. please.
i don't want them to go away. i don't wanna forget.

Kafanı çevirip birinin yüzüne baktığında kendini evinde hissetmek!! Anlık hislerden bahsetmiyorum, çok derin.. En çaresiz, geçmişinden en uzak, en yalnız, en kayıp, en başarısız belki en savunmasız, en mutlu anında kafanı kaldırıp ona baktığında evimdeyim huzurundan bahsediyorum, evimdeyim!!..


Demek ki seni başkalaştıran ya da senin değiştirmeye çalıştığın karşındaki şahıs var yaa işte o doğru kişi değil.. Bana hep şikayet edersin ya karşımdaki adam bana her deliliğimle, kendi ağzımla söylediğim zaaflarımla, başarısızlıklarımla, güçlü duruşumla, bazen dik başlılığımla ya da güçsüz anlarımla olduğu gibi başı dönerek yaklaşıyor, sonra mutluluk adına ben onlaşmaya başlıyorum ya da o kendileştirmeye başlıyor diye... Güzel bir noktadan yakalamışsın aslında bunu neden yapıyoruz birbirimize hiç bilmiyorum. Hep söylüyorum hep de söyleyeceğim farklılıklardır birbirini tamamlar aslında... Zevk almak lazım. Mesela bazı insanların hastalık ya da takıntı olarak gördüğü şeyler bana sempatik gelir ve çok eğlendirir. Yanlış anlama "kaçınılmazsa zevkine varmak" durumu değil bu, bildiğin keyif almak :) Bu arada bilerek kendisini karşısındaki gibi gösteren tipler vardır ki bu tavlayana kadardır plastilin (oyun hamuru) insan tipidir benim için bunlar, başka yazının konusu...

Nemo'da en sevdiğim karakter olan Dory sana baktığımda hatırlıyorum, artık unutmak istemiyorum diyor... Dory'nin hatırlama konusunda durumunun vahim olduğunu hesaba katarsak, bu özel bir durum ve evet ona baktığında hatırlıyor... Aynı senin ona baktığında geride kalan her şeyi unutmak istediğin gibi... Zaten olman gerektiği yerde yani evinde olman gibi... Geçmiş yok, gelecek hoyratça zaten onunla geçecek gibi, şu an en çok onunla mutlu gibi.. Pembe bir görüntü oldu değil mi??

Unutmamalı ki yaşanılan taa derinden geliyorsa günümüz ucuz ilişkilerinde olduğu gibi mutluluk ağız hareketi ile ölçülmez... 

Derinde yüzmek cesaret ister ;) Boğulmak bile keyif verebilir hatta.. "Acı keyif verir mi?" dediğini duyar gibiyim.. Bahsettiğim şu aslında; bazıları denizin sığ yerini sever, en acı çekip boğulduğunu düşündüğü anda ayağa kalktığında bakar ki su bileklerinde.. Bahsettiğim derin sular; derinlik sarhoşluğu, tabii ölmemek ama tadına bakabilmek ;)

Geçenlerde severek dinlediğim bir şarkının farklı bir versiyonu elime geçti başında Sertap E. Demir D.'a söyle diyordu:

 "İyi günde ve kötü günde; sahiplenmeden, koşulsuz, nedensiz, beklentisiz, değiştirmeden, ehlileştirmeden hatta kendine rağmen insan sevebilir mi birini?"

Bırakalım Dory tüm sevimliliğiyle unutmaya devam etsin nasılsa baktığında evinde hissedebildiği insana rastlayabilecek kadar şanslı..... Veee filmden son bir replik daha ;

"Endişelenme, er ya da geç bütün sular okyanusa akar.." 

Ps: İnsanın Dory'i oynadığı zamanlar da olabiliyor... Neydi o söz "Deveden büyük fil var" dı sanırım ;)
Bir şarkı LİNKİ daha olsun bakalım..

2012-07-02

Yazı bilmem, Kış aşkı samimidir...



Kendimizi bildik bileli bir yaz aşkı muhabbetidir gider; üzerine şarkılar, şiirler yazılan bu yaz aşkı işini düşününce çok anlamlı bulmadığımıza karar verdik.

Geçen gün birinin attığı tweet üzerine konuştuk seninle bu konuda. Yaz mevsiminin hormonlar üzerine etkisi konusu tartışılmaz bunda hem fikiriz tabii bu süreç baharla birlikte başlar... Konu oradan oraya şarabın da etkisiyle bizleri atarken yazın başlayan aşkların uzun soluklu olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Bunun üzerine yapılmış ciddi araştırmalar var. Bunu da hiç anlamam ya, bir kitle adam durup durup gerekli gereksiz bir şeyler araştırır bunları da aylık sabun köpüğü içerik ararken derginin bittiği ekiyle birlikte 200 sayfalık dergilere sonuçlarını yazarlar. Neyse :) Sen bu istatistiklere hiç takılmadan kendi hayatını söyle bir gözden geçirdin ki tezin gerçekliği tarafınca da onaylandı.

Hah başlarken dedim tweeti söylemedim daha "bu sıcakta sarılarak uyuyorsa aşıktır".. Senin yorumun hiç o kadar aşık olmadım çok şükürdü, bense yine sarılmanın klimayla bir ilgisi olmalı diyorum :)

Yazın aşk sokaklarda, konserlerde, plajlarda falan sürekli dış mekanlara kendini atmak suretiyle halka açık yaşanır aşk.

Peki neden Kış'a doğru biter diye de düşünmedik değil, tamam itiraf ediyorum işimiz gücümüzün olmadığı bir keyif anıydı ayrıca yeterince dünyayı kurtaran adam var onların yanında kalabalık etmeyelim dedik.. Aslında o dergilerde saçma sapan istatistikler yapan adamlar var ya heh işte onlardan biriyim :) Onların içerik sağlayıcısıyım ya da bu yazıdan sonra olabilirim :)


Konuya dönüyorum yine Kış insanı gerçeklere döndürür, bütün yaz o bar senin o konser benim tozu toprağa kattığın insanla artık iç mekanlara geçme zamanıdır. Hormonlar yatışmış, tatlı bronzluk gitmiş, hava grileşmeye başlamıştır.... Umutsuz..  Konuşacak çok konu yoktur, kara kaş kara göz bir yere kadar; yahu sanki yazın daha mı güzel/yakışıklıydı diyen iç sesini yapay gülümsemenle örtmeye çalışsan da sonuçsuz bir yerden sonra raylar gevşer ve gülümseme biter...

Evet itiraf etmeliyim Kış aşklarını samimi bulanlardanım.. İnsan bilincini sarhoş eden aşk tüm yalpalamalara rağmen ayaktadır...

Kışın aşk şefkatli ve işlevseldir. Mesela elin üşüdüğünde zevkle seni ısıtan biri vardır yanında ve sarılarak uyumanın keyif verir. Sabah içilen mis gibi demli çayın, sucuklu yumurtanın (fena canım istedi) kokusuyla öperek davet ettiği gerekli günler ve haftalar..

Düşün mesela yazın nemli ve sıcak havadan yaşamak istediğin konusunda kuşkuyla klimalı bir ortamdan içeri girdiğinde içerideki soğuk hava ile yaşadığın sersemliği... Soğuk havada ise ısınınca duyduğun mutluluğu ve yüzündeki zevk gülümsemesini, kedi gibi :)

Az önce değerli bir dostum İngiltere'den anlık bir kare paylaştı. Normalde ona söyleyeceğim ilk cümle yazık sanayken cevabım keşke orada olsamdı... Üzgünüm tüm kış yaz gelsin diye ağlayan dostlar...

Vee sonunda değerli bir diğer arkadaşım konuya noktayı koydu "kışa kadar dost kalalım".. Sanırım katılıyorum..

PS: Dinlediğim şarkı da (LİNK) nasıl gider yazın keyif veren güneş batışına :) Hah söylemeyi unuttum yaz akşamüstlerine bayılırım....Bu arada yazdıklarıma bakma anlık, hayat süprizlerle dolu.. Açık ol, tavsiyem sadece tüketmek için yaşama!...




2012-06-24

Ne İstemediğimi Biliyorum... Sen?



Uzun yıllar önce şemsiye ile gezen insanlara "hah" derdin... "Yağmurun tadını bile çıkaramıyorlar..."
Şimdilerde gökte gördüğün bulut bile değil bulutumsu kurtarıcın ilan ettiğin şemsiyeni yanında sürümene yetiyor. Belli ki zamanla unutuyor insan zevk aldıklarını, kaygılar değişiyor.

İlk gençlik yıllarında hayat insana istediklerini saydırıyor birer birer, belli bir yaştan sonra ise istemediklerini öğretip isyan ettiriyor... Zaman zaman ne istediğini bilmediğin oluyor ama neyi istemediğini çok iyi öğreniyorsun. Bakıyorum da cümlelerin artık ...şunu istiyorumla başlamıyor, ... bunu istemiyorumla başlıyor.

İnsanın hayat deneyimleri iyi ya da kötü insanı bir yerlere sürüklüyor, çok net! Bunu hala anlayamadıysan şu kısa ömürde zaten aynı havayı soluyor olmamız bile seninle büyük paylaşım, gerisi için ilişmezsek :)

Yağmur yağdığında eğer sevmiyorsan yağmurun samimiyetini al şemsini, sığın altına.. Saçların bozulmasın diye kaygı duy, peki.. Senin için de zevkle ıslanırım ben :)

İnsanın istemediğini bilmesi güzel şey ama şunu fark ettim az önce hani bilindik balıkçı hikayesi var yaa; 

 Amerikalı bir zengin, iş seyahati sırasında Meksika'nın küçük bir kıyı kasabasına uğramış. Limanda gezerken, bakmış ağzına kadar balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçı...

"- Merhaba balıkçı" diye seslenmiş, "... bu balıkları kaç zamanda tuttun?"

"- Bir iki saatimi aldı" demiş balıkçı...

İştahlanmış bizim iş adamı;

"- E, niye biraz daha kalıp daha fazla tutmadın?" diye sormuş.

"- Bu kadarı bize yetiyor da ondan" diye omuz silkmiş balıkçı.


Şaşmış balıkçının bu kanaatkarlığına iş adamı; "Kalan zamanını nasıl geçiriyorsun peki" diye üstelemiş. balıkçı, özetlemiş bir gününü:

"- Sabahları açılır, biraz balık tutarım. Sonra çocuklarımla oynarım. Öğleyin karımla biraz siesta yaparım. Akşamları amigolarla beraber gitar çalıp şarap içer, geç vakte kadar eğleniriz. Oldukça meşgul sayılırım sinyör".

Gerinmiş Amerikalı:
"- Bak" demiş "... ben sana yardımcı olabilirim. Bu işe daha çok zaman ayırmalısın. Daha büyük bir tekne bulup daha çok balık tutmalısın. Oradan elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylece, yakaladığın balığı aracılara değil, doğrudan işletme tesislerine satarsın. Hatta zamanla kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Kısa zamanda balıkçılık sektöründe bir numara olursun".

balıkçı merakla "Bunları yapmak kaç sene alır sinyör" demiş:

"15-20 yılda halledersin" demiş Amerikalı, "Ama sonrası daha parlak: Zamanı gelince şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın."

"- Milyonlar ha..." diye tekrarlamış balıkçı... "Eeee... sonra?"

"- Sonra emekli olursun. Küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin. İstersen zevk için balık tutarsın. Çocuklarınla oynar, karınla keyfince siesta yaparsın. Akşamları da arkadaşlarınla şarap içip gece yarısına kadar gitar çalarsın. Nasıl...? Mükemmel değil mi?"
İnsan önce mutlu oldukları ile başlıyor hayata sonra zorundalıklar devreye giriyor, hayaller hırsa dönüşüyor ve eğer kaptırmadıysan gidişata, egona yenilmediysen, gerçeğini kaybetmediysen yine dönüyorsun ilk defa yaşıyormuşçasına her şeyden zevk almaya..

Şu ünlü "Joe Black " filmi var ya hani Brad Pitt'in ilk defa ilgini çektiği heh işte onda sevdiğin sahnelerden biri adamın tatları da bir çok şey gibi yeni denediği anlarda mimikleri... Kaşığı ağzında bırakıp gözlerini kapatması.. İşte aynen o mimiklerle ilk defa tadarcasına yeniden keyifle yaşamaya başlıyorsun hayatı. 

Yukarıdaki hikayede balıkçı gidişatı başkasının ağzından dinleyebilecek kadar şanslı; hayatta sana bunu anlatacak kimse olmuyor, sen yaşayarak öğrenmek zorundasın. Balıkçı gülüp geçiyor teklife sen ise yaşıyorsun ardına bakmadan. 



Seni bilmiyorum ama ben mutlu olduğum yolda balık tutarak, manzaranın tadını çıkararak hayata devam edeceğim.. (Bu arada balık tutmak misal tabii ki, keşke o kadar sabırlı olsam, sağa sola bakarım, müzik dinlerim, simit yerim, midyeciyi gözlerim, yanımdaki balıkçıya gözüm takılır hakkında tweet atarım.. Benden balıkçı olmaz ayrı :)

Basamakları çıkarken, ilk yağan yağmur, ıhlamur kokusunu; poşet değil demlenmiş çay samimiyetini; köprüden geçerken yaşadığın eşsiz şehrin güzelliğini; deniz kenarında akşam üstü yürümenin keyfini, büyük masalı dost sohbetlerini vs. es geçmemeni diliyorum. Yaşamak zorunda olduğum bir hayatım var ve ben hayatın kaldırma kuvvetine inanmaktayım... Yazının başına döndük sanırım ne istemediğimi biliyorum. Darısı başına..

PS: Dinlediğim şarkı LİNK'te ve ben hala seninle bu şarkıda yavaşça sallanarak dans etmek istiyorum :) Düşünmeden, tebessümle..
 


2012-04-01

Bize neyi gösterirlerse ona inanırız..



 
Pek değerli bir dostumun bana yeni hediye ettiği kitabın daha ilk sayfasını okurken içinden onlarca yazı çıkarabileceğimi farkettim. Kitabın adını şu an vermeyeceğim çünkü ilerleyen zamanda yazmak için kendimi zaten tutamayacağımı biliyorum, merak iyidir :)

Benim için pek değerli; öncesinde değerli dostum okumuş, okuduğu kitabı da evet bu senlik diyerek bana hediye etti. Ne kadar özel hissettirdiğini anlatamam, daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi kişiye özel düşünülmüşlükleri seviyorum... Alınan gazeteyi, dergiyi ilk ben okumalıyım diyen ben, kitap konusunda farklı düşünürüm. Üzerinde kişisel notların olduğu, aynı satırlarla gözlerimizin öpüştüğü, kimbilir onu ve beni nerelere götürmüş, götürecek kimbilir hangi yeni keşfedilmişlikleri barındırır...

Büyük kütüphaneli evleri hep sevmişimdir, içimi ısıtır ve evet rahat hissettirir... Senin de hayalin buydu hani ve bu hayalin beni düşünülebilecek binlerce lüks seçenekten daha çok heyecanlandırmış olması da garip..

Kitap diyorduk, ilk okumaya başladığımda hemen yazı yazmalıyım dedirten cümle "bize neyi gösterirlerse ona inanırız" ve yolculuk zihnimde oraya buraya daha rahat vurabilmek için emniyet kemersiz başladı..
Ne kadar meraklı görünen ama aslında bir o kadar da verilen ile yetinen insanlar haline geldik, bir baksana kendine.. Tamam anlıyorum keşfedilecek yeni bir kıta yok ama olabileceğine dair inancımız da yok... Aslında hayat farklı kıtaların, iklimlerin, coğrafyaların bileşkesidir. Her yeni öğrendiğin şey yeni ayak bastığın, yabancısı olduğun bir kıtadır. İstersen başkalarının hazırlayıp önüne koyduğu brosürlere bakar "ne var, ben de giderim" dersin, istersen gemi ile bir yolculuğa çıkar yine başkalarının senin için hazırladığı billboardlara bakarsın yanından geçerken ve eğer gerçekten istersen kendin ayak basar, havasını solur, yemeğinin tadına bakar, kültürünü öğrenir, kendi ten rengini oranın güneşi ile alırsın. 

Bir önceki kıtadan alırsın yanına belki sevdiceğini, keşfetmekten yorulduğun kim bilir aslında hep onun iklimini de yanında götürmek istediğini... 

Okuduğum kitap yine reklam sektörü üzerine... Şimdi bir de bu açıdan bakalım, ortada pazarlanmak istenen bir ürün ya da hizmet var ise neyi göstermek istersen karşındaki onu alır. Pek blogda girmeyi sevmediğim bir konu ama siyaset mesela. Bizler sadece tek bir adamın meydanlarda, mecliste, açılışlarda orada burada konuşmalarını izleyip sevip ya da sevmeyip tepki verirken o kısacık konuşmanın ardında günler süren kimbilir kaç kişinin stratejik çalışması var hiç düşünmeyiz. En ince ayrıntıyı düşünen stratejik danışmanlar kişinin o kürsüye çıkana kadar gömlek renginden, el kol hareketlerine hatta nerede sesini yükselteceğinden, hangi eslerde alkış alacağına kadar herşeyi nokta nokta hesaplamıştır. Yemek hazırdır ve bize neyi göstermek istiyorsa çıkar anlatır... 

İkili ilişkilerde de öyledir, bize ne gösterilirse ona inanırız... Ya bununla yetiniriz ya da yorulana anlamak için tırmalarız.

Ne diyorum biliyor musun?

Hadi cessur olalım, kendi gerçeklerimizi kovalayalım!!

Daha çok tırmalayalım değerliyse; kendi dünyalarımızı yaratalım. Önümüze başkasının görmemizi istediği şekilde koyulmuş her şeye sadece bakmayalım, görelim... Ardından başkalarının değil kendi ayakkabılamızı giyerek yürüyelim birde o iklimde. Süslü ambalaj kağıtlarını açıp bakalım içinde neler varmış, karıştıralım... Ne göstermek istediğimize inandıralım, ne de bize gösterilenle yetinelim..
 
Ps: Güzel bir Pazar ama Cumartesileri hep daha çok sevmişimdir... Gerçi en çok Perşembeleri severim çünkü aslında kimsenin pek dikkate almadığı arada kalmış, kendi halinde bir gündür :) Neyse düşünmekten sıkılmadığım bir gün ve özel bir şarkı LİNK'te..

2012-02-03

Romantik - ler?...




Romantizm aslında çok anlama gelen ancak basılı ve görsel yayınlar sayesinde belli kalıplar içine tıkıla tıkıla sığdırılmış içi dolu turşucuk bir kelimedir.

Bizim bildiğimiz romantizm tanımından test:

Romantik -  Yemek

mum ışığında yemek:
Mum ışığına bayılırım bilirsin gözlerimde bilmediğim bir problem olduğundan fazla ışık sinirimi bozduğu gibi televizyonu da az ışık ya da karanlıkta izlerim; sinemayı çok sevmemin nedenlerinden biri bu olabilir :) Perdelerim hep kapalıdır. Annem vampirlerle bir bağım olabileceğini iddia ediyor ki ikimiz de aslında var olmadıkları konusunda hem fikiriz...
Tüm bunlara rağmen mum ışığında yemek yemem, yediğim yemeği görmediğim bir platformda "acaba ne bu" kaygısından tedirginlikle hayata devam edemem. Bilirsin yemeklerin içinden zaman zaman yabancı maddeler çıkabilir ki düşünmek bile kilitlenmeme sebep oluyor...

akşam yemeği:
Tamam diyelim ki partnerinizle yemeğe çıktın. Anlayamadığım ve daimi dalga geçeceğim ayrıntılardan biri "neden şarap" içmek zorundasınız. Vaktinde şarap üreticilerinin bu konuda çok iyi pr faaliyetleri yürütmesine bağlıyorum bunu. Mesela neden rakı değil... Düşün rakı dediğimde bile aklına erkek geldi. Reklam faaliyetleri hep erkek üzerinden yürütülmüş. Senin bu konuda yaptığımız bir muhabbette söylediklerin geldi aklıma; rakı dedikten sonra gözlerimi kapadığımda pala bıyıklı amcaların, zengin mezeli bir sofra etrafında fasıl sefası yapmaları aklıma gelirken, şarabı aklımdan geçirdiğimde iki kişilik loş bir masa ve göz göze anlamsız gülüşler...
İkisi de keyifle yavaş yavaş içilen içkiler değil mi?
Neyse zaten bilindik bir marka olan şarap tadılır ve müsaade sonunda kadehlere konulur.. Herhangi bir markette satılan şarabın iki saat tadım seremonisini izlemek, üzgünüm ama romantik değil hatta komik :)

yatakta kahvaltı:
Çiftlerden biri kalkar; evde ne varsa hazırlar süsler bir tepsiye koyar ki genelde Amerikan filmlerinden gelen bir gelenektir. Bir takım arkadaşlar notebook için tasarlanmış özel tasarımları da bu iş için kullanıyormuş. Yatakta yemek yediğinde karabasan basması gibi riskler olduğu söylenerek büyütülen bir toplumun çocukları için ne romantik dakikalar. O kısmı umurumda değil de üzgünüm yatakta yemek yeme fikri benim gibiler için çok itici; yumurtanın ya da reçelin çarşafa bulaşma fikri de.... Yine olmadı...

yemek hazırlamak:
Sevdiceğine yemek hazırlamak gerçekten hoş bir ayrıntı kesinlikle kabul ediyorum da o yine ilk zaman romantizmidir. Eşlerden biri saatlerce yemek hazırlar, ötekisi de tüm gün stres, yorgunluk ve bir dünya insanla mücadele vermiş bir şekilde eve gelmiş... Tüm gün hazırlanan yemek önüne taştan yumuşak neyi koysan yemeye hazır kişi tarafından itina ile mideye indirilir.. "afiyet olsun".... Tatlı nerede?... Dediğim gibi ilk zamanlar keyiflidir, ne yapsan "harika" tepkisi veren partner zamanla anneminki daha güzel oluyor ya da bunun tuzu yok gibi tepkiler verebilir ki dikkat et; romantizmin değil kavganın başlangıcındasın!.. Birlikte yemek yapmak keyif verici olabilir ki mik mik aylarında tadından yenmez :) Benim sonucum sevdiğim herhangi birine yemek yapmak keyiflidir ama romantik değildi..

Romantik: Hediye

Oyuncak:
Kadınlar genelde erkeklere oyuncak hediye almaz alırsa da ayı (ki manidardır), belki sevilen bir film, anime her neyse karakteri falan alırlar.. Erkekler sever nedense oyuncak hediye almayı kolaylarına gidiyor olabilir ya da partnerini oyuncak sevimliliğinde buluyor olabilirler. Senin oyuncak hediye almayı sevdiğini biliyorum ama eski erkek arkadaşlarından gelen tüm oyuncaklarını üst üste koyup sarılarak uyumanı pek sağlıklı bulmuyorum :) Kadınların çoğu evet sever oyuncağı da sevimli bir şey bu pek romantik bulamadım. Ömrüm boyunca çocuklar dışında oyuncak hediye etmedim, hediye edilen oyuncaklara gelince o konuya hiç girmesem iyi olur ama şu kadar söyleyebilirim odamda hiç oyuncak yok.. Bu da olmadı..

Çiçek:
Ömrüm boyunca bir kadının bir erkeğe çiçek verdiğini görmedim... Bu sahneyi görmek ister miydim? Evet, hatta şaşkınlık anını karelemek bile isterdim :) Bu diğer klişelerden daha sevimli geliyor, yani çiçek.. Çiçek de sokakta verilmemeli onun da bir adabı var; eve göndermek. Al bu çiçek demek de itici gibi ama bilmem kaç yıl evli kaldığın da eve gelirken arada bir eline bir çiçek takıp gelmesi fena olmaz. Çiçek ayrıntısında hemen laf sokmaya başladığıma göre hala romantik olabilmek için az da olsa şansım var :)

Çiçek, pırlanta vs. kişiye özel ayrıntılar dikkate alınarak seçilmelidir, başka bir yazımda bunlarla ilgili ip ucu verebilirim.... Her kadın orkide sevmez ne bileyim bazısı kır çiçeği ya da mimoza sevebilir, oyuncağa gelince vazgeçin şu sevdadan :))

Romantizm: Sandal sefası güncel haliyle yat kim bilir belki kano
Sandal olayına hiç girmeyeyim çünkü her seferinde aklıma Jaws türevi filmler geliyor, çok gergin bir bekleyiş :) Senin bir hikayen de aklıma geliyor ki ortamı yumuşatıyor; erkek arkadaşınla 20'li yaşlarda çıktığın bir sandal sefasında küreklerden birinin denizde veda etmesi üzerine şuh kahkahalarla başlayan gecenin surviver tadında kıyıya saatler süren ulaşma maceranız.. Şimdilerde çok güldüğümüz bu hikayeyi o tarihlerde anlatırken korkudan göz bebeklerin büyüyerek anlatıyordun o ayrı.. Neyse bir yaz akşamüstü sizin için hazırlanmış bir yatta boğazı usulca kayarak geçmek bir saniye ağzıma göre romantik bir ayrıntı yakaladım hem çok klişe de değil; gittikçe romantik olmaya yaklaşıyoruz ama hiç belli olmaz :)

Müzik ve Dans:
Tamam bulduk hafif alınmış alkol ve şu an çalan gibi bir müzik.. Evet evet romantik bir klişe.. Tamam şu ana kadar klişelere çok söylenmiş olmam hepsinin de dalga geçer nitelikte olduğunu göstermez, gerçi bu maddeyi biraz daha uzatırsam kesin buna da bir kulp takarım ki içgüdüsel olarak kulp geliyor....


İnternette bu konuda hakkında biraz surf yapınca gözlerime inanamadığım tanımlar, yorumlar ve açıklamalar gördüm, insanların romantik diye nitelendirdiği bir kaç ayrıntı;
* bana göre sevgilimin duştan çıkınca üşümeyim diye pijamalarımı kaloriferin üstüne koyması yüzlerce gül yollamasından daha romantiktir.
* kar yağınca hasıl olan elele yürüme ihtiyacıdır,
* dönme dolaba biz üstteyken durur belki diye binmektir,
* buğulu cama sevgilinin adini yazmaktır,
* ay ışığı altında pikniktir,
* karda, yağmurda el ele yürümektir,
* sevgilimin kapılarımı açmasıdır,
Bunların yanı sıra Türk filmlerinde olan ayrıntılar da mevcuttur tabii ki;
* ağaçlar arasında kovalamaca oynayan çiftler ki Banu Alkan'nın karda koşan versiyonu da mevcuttur,
* şömine önüne serilmiş post üzerinde yakınlaşmalar..

Birebir giyinmenin romantizmini yaşayanlar var mesela bir yere kadar okey aynı spor ayakkabıyı giyersin de kadının kıyafetine uyumlu kravat ve mendil takmak mesela uyum da bir yere kadar. Hanım eflatun giydi diye ne olur alakasız renk takımınla eflatun kravat yanına da olayı katmerlendirip renk mendil takma canım hiç gerek yok!..


Victor Hugo romantizmin başlarda yayılmasa büyük katkısı olan isimlerin başında gelir. "Romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı durur. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar.


Romantikler önce, Klasisizmin akla ve sağduyuya verdiği önemi reddedip duygu ve hayale değer verdiler. "Deha akıldadır." diyen Klasiklere, "Deha yürektedir." karşılığını verdiler.

"Romantiklere göre "İnsan başkasına yükleyerek, ancak kendi kalbini tasvir eder; deha anılardan oluşur." Elbette böyle düşünen sanatçı, işe kendini anlatarak başlar.
 Eserlerde duygu ve hayallerin coşkunluğu ön plandadır, belli düzenlere uymayı reddetmişlerdir.
Süse ve sanata değer verdiklerinden, benzetmeler, mecazlar eserlerde büyük yer tutar, özellikle doğa manzaralarının betimlenmesine büyük değer verilir."


Romantik akımın edebiyat alanında belli başlı temsilcileri; Goethe, Schiller, Coleridge, Wordsworth, Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Lamartine, Victor Hugo, Voltaire, Lord Byron, Puşkin'dir. Türk edebiyatında özellikle Tanzimat döneminde etkileri görülmektedir; Namık Kemal roman ve tiyatrolarıyla; Ahmet Mithat, ilk romanlarıyla; Recaizade Mahmut Ekrem, şiirleriyle; Abdülhak Hamit, tiyatrolarıyla bu akımdan etkilenerek eserler vermişlerdir. Edebiyat ve tiyatro aranlarında saydığım bu isimlerin yanında bu akımdan; Goya gibi resim sanatında, Beethoven gibi müzik alanında da romantizmin bir çok etkin ismi vardır haliyle de birbirinden güçlü eserler ortaya koyulmuştur.

 Araştırırken bulduğum keyifli örneklerden biri de; (düzeltmeden koyuyorum)
"namık kemal'in neresi romantik yaa? hiç de romantik diyil bencee?"
 4. sınıf öğrencisi - 2011 Ocak

Mümkün olduğunca az ve öz bilgi vermeye çalıştım bu konuda ama aslında çok kullandığımız bu kelimenin gerçekte ne olduğunu bilsek fena olmaz diye düşünüyorum... Dediğim gibi zaman geçtikçe bu akım nasıl bir mutasyona uğrayıp mum, çiçek, şarap, şömine gibi şekillere geldi ben de bilemiyorum. Şikayetçi de değilim aslında insanları mutlu ediyor sonuçta, sadece önümüze konan her şeyi hapur hupur tüketmek yerine arada bir parmaklarımızı dokundurup "acaba ne" desek fena olmuyor :)
Gelelim günümüze ve klişelere; araştırmalarım ve kendimce yaptığım test sonucunda kendimi partnerine bağlı yarı romantik ilan ediyorum ki ne anlama geldiği romantizm akımından daha derin :)

Az erkek romantiktir çünkü şu gerçeği kabul edelim erkeğin doğasında aslında genetik olarak yoktur. Zaman içinde geliştirmiş olabilir, sanata çok duyarlı olabilir ya da karşısındaki kadını gerçekten istiyor olabilir. Ancak bayanlar şunu unutmayın ki "sokma akıl kırk adım" derler. Ben erkeğin evrimini hızlandırırım diyorsanız tabii ki meydan sizindir ;)

Ps. Kar, sıcak, soğuk derken şifayı kaptım; ama merek etme "yıkılmadım ayaktayım" .. Şarkımız Linkte.. Birde romantik akımından çok tanıdık bir melodi  likte...

2012-01-06

Filme seyirci kalamamak!




Az önce Sherlock Holmes "Gölge Oyunları" filminden çıkmış bulunmaktayım. Etkileyici...

Türk filmlerinin ve dizilerinin neden baştan sona sadece duygu üzerine kurulduğunu düşün-dürttü yine... Üzerinde yaşadığımız coğrafyadan mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama özellikle acıyı ve dramı seviyoruz. Bazı filmler var ki çok doğru dokunuyor duygu piyanomuzun aynı sesi çıkaran notalarına. Düşünsene Türkiye'de büyük gişe yapmış filmleri ya da çok izlenen dizileri...

Bir de Türk tarzı komedi filmleri var; gülüyoruz çünkü mevzu bizim kültürümüzün güleceği gündelik olaylar. Recep İvedik, Muro gibi filmlerin yurtdışında da gişelerinin fena olmadığı söyleniyor ki bence oralarda izleyenler de Türk.. Emek verilen hiç bir şey bence kötü değildir ama artık çıtayı keşke biraz daha yükseltebilsek.

Bunu sorgulardan bir arkadaşım bana "bizim filmlerin bütçeleri çok az" dedi. Aslında bugün filmi izlerken onu daha da haklı buldum. Filmde o kadar muhteşem çekim açıları ve üç boyutlu olmadığı halde içine çeken, içinde yaşadığını hissettiren sahne verdı ki hayran kalmamak mümkün değildi. "Kim bilir ne kadar bütçeyle çekilmiştir?" diye düşündüm, gerçi bilsem de rakamlarla aram iyi olmadığından en fazla hadi ya der geçerdim ayrı.:) Bu da benim eksikliğim; maddi konularda kıyas yapabilirim, değer biçemem...

Rüyalarını düşün, zihninde gerçekten kurduğun uçuk hayalleri, sahneleri.. Onları film haline getirmeye çalışsak sanırım sıkı bir teknoloji kullanmamız gerekir. Çarpıcı hayaller para ile gerçekleşebildiği gibi basit olanların da aslında eli bol olunması gerektiğini çaktırmadan gösterir. En basit hayal mesela; sahil kasabasında sevdiceğin, köpeğin falan yıldızları izlediğin bahçe bir eve aittir ki evin iç, dış mekanı sims oyunundaki gibi hayalinde sürekli yeni gelen objelerle süslenir; taş bir ev yok yok olmadı cam duvarlar hıım şuraya bir bilardo masası arka odaya bir sinema salonu ee malum bahçede içtiğin şarap da köpek öldüren de değil, bir orkestra arkada çalsa fena olmaz... Aslında farkında olmasak da hayaller ucuz ve basit değildir. İnsanoğlunun en bonkör olduğu yerdir bile diyebiliriz. :)

Bizlerin eğitim sistemimiz, yetiştirilme tarzımız her ne kadar dur, sus gibi komutlarla hayal gücümüz zımparalansada aramızda hala kendini kurtarabilmiş hayalciler olduğu ve hatta yeni gelen kuşakta daha da olacağını gözlemliyebiliyoruz. Cem Yılmaz Türkiye'de en büyük bütçeleri filmlerine yatırmış insan; yaptığı gişe ile ne kadar geri dönüş almakta bilemiyorum ama en azından kendi dünyasında hayal ettiklerini beyaz perdeye yansıtmaya çalışmakta. O da bence Türk komedisi yapıyor ayrı. Diğerlerinden farkı bütçesiyle hayallerini koklatabilmesi... Özetle günümüzde teknoloji hayali gerçek, gerçeği hayal yapabilecek düzeyde ve kullanabilmenin yolunun neden geçtiğini biliyoruz.

Hımmm... Bakalım filmlerle ilgili ama yukarıda yazdıklarımdan bağımsız bir kaç sözüm daha varmış.

Filmlerle gerçek hayat bir noktada fazlasıyla birbirinden ayrılır.
Başrol oyuncuları filmin sonuna kadar çok az istisna dışında ölmez!. Çok film bilirim ki sen yanımda "hadiii canım, adam öldü" deyip matem tuttuğunu ama baş kahramanın bir anda hayata soluk soluğa döndüğünü..
Biliyorum bunu hissetmek seni heyecanlandırıyor ama dediğim gibi başrol oyuncusu ölürse filmi izlemenin bir anlamı kalmaz tabii film sondan başa ilerlemiyorsa :)

Hayattan ayrılan kısmı ise şudur; aslında yaşamda başrol yoktur. Bizler kendi hayatlarımızın başrol oyuncularıyızdır evet ama biz ölsek de film devam eder... Zaman zaman kendimizi ne kadar önemsiyoruz, dünya etrafımızda ne kadar dönüyor sanıyoruz. Bunun çocukken uyuduğumda herkes uyuyor sanmamdan bir farkı yok... Bence hayatın içinde ne kadar büyük olduğunu sorgula biraz! 

Filmlerde hayatımız ile bağdaştırıp önümüze pişmiş yemek gibi koyulmuş anlaşılması faydalı olacak, özü anlaşılması gereken noktalardan birine takıldım mesela bugün izlerken. Her sahnede gösterilen bir olayın, bir objenin, kişinin kesinlikle orada olmasının bir sebebi vardır. Her sahne ufak ufak ip uçları verirken biz ağzımızı açıp sadece geniş açı görüntülerin büyüsüne kapılırsak evet sadece seyirci kalırız, kalıyoruz.... Hep dersin ya "ayrıntılar"... Görmek istersen bir sonraki sahnede kendi hayatının seyrini değiştirebilecek heybetli bir kapının anahtarın nerede olduğunu zaten keşfetmiş ve vakti geldiğinde herkes kırarak açmayı denerken sen anahtarı tık diye sokup içeri dalan olabilirsin.
 
Aslında gözüne sokulan ve sana zarar verecek hayatının 13. sünü ayrıntıları yakalayarak hayatından çıkarabilirsin. İnan biraz düşünsen yaşadığın önceki sahnelerde kişinin en büyük delillerini kendi elleri ile sunduğunu görürsün. 
Bugün izlediğimiz filmde güzel bir replik vardı "Bariz olan gözden kaçar" anlayacağın bazen çok büyük ayrıntılarda olmaz ama çok bariz olan çok doğru, ayrıntıcı insanlar için dikkat çekmeyebilir. Malum hayat zor tezler ve anti tezlerle dolu... Zaman zaman ikiside doğrudur farkı yaratacağın yer hangisini hangi zamanda kullanacağını bilmen. ;)

Ps: Bugün Elvis'in doğum günüymüş... Sanırım hayranlarının keyifli gösteriler yapacağı bir organizasyona katılacağım. Değişik bir deneyim beni bekliyor... Şimdiden teşekkürler, Elvis ve Sevgili buz görünümlü ateş küpüm :) Şarkı LİNK'de..