Sayfalar

2013-09-04

Bazı Doğrular Çift Yumurta İkizidir..




Lokum gibi bir Yaz akşamının çok esmeyen, seven akşamlarından biriydi, açık havaydı.. Anason kokusu mağlum sebepten havayı kaplamıştı.

Çoğullaştırılmış doğrulara inanan biri için yatırıldığı masa sadece kafasını sağa sola çevirip dinleyip anlamaya çalıştığı bir tartışma stüdyosu gibiydi. Fikrine, duruşuna saygı duymadığı insanı zaten dinlemezdi, anlamaya çalışıyordu, kaçırmamaya.

Herkes kendi doğrularını anlatıyordu biri rahatlıktan, biri geçmişin yükünden, diğeri insanları umursamamaktan belki ama onunla ilgili görmedikleri bir şey vardı derinlerde olan…
Anlamaya çalıştığı onun doğrusunun başkaları ile aynı olmasının neden istenildiğiydi. Farklılıklarını düşündü herbirinin; biri rakıyı su koymadan içerken, diğeri içine suyu buzu basardı, bakardın yüzlerine çıkan sonuç aynı..

Masadakilerden biri güzel bir şey söyledi “huzurla mutluluk farklı kavramlardır, huzur olmadan mutlu olabilirsin” aynen öyle doğuştan gelen bir huzursuzluk vardı kızın içinde belki de ölümünde son nefesi ile havaya karıştıracaktı onu. Mutluluk ise büyüklü küçüklü matruşka, boy boy desen desendi dünyasında.
"Ben bundan besleniyorum dedi kız" birden ki içten gelen bir sesle, doğruydu hayat içinde farklılıklarıydı ki zaten onu ayakta tutan. Yanındaki gibi gülmediği için, aynı çileği yiyerek aynı tadı almadığı, aynı yorumu yapmadığı için mutluydu. Gözlerini kapattığında çevresindeki çeşitliliğin sesini dinlemekten mutluydu, sözcükler kafasını kaldırıp yağmura ağzını açan bir kızın yüzüne düşer gibi düşüyordu.

Evet besleniyordu kız; uyurken beyaz bir duvar düşünmeyi, geceleri uykusuzluk çekerken jazz dinleyip doğuştan gelen çatışmasını dindirmeyi seviyordu. Bazı geceler rock çalan bir yerde kulaklarını içine bile kapatmayı ve duymamayı, Türk sanat müziği bir şarkının sözlerinin naifliğini üzerine alınarak döne döne dinlemeyi belki..


Besleniyordu, konuşmayı bırakmak istediği yerde bırakmayı, susarak sadece fotoğraflara bakmayı saatlerce tasarım ile uğraşmayı, bir iki gün kimseyle görüşmeyip kendinde kaybolmayı…

Doğrular çoğuldu kızın dünyasında, masada susulan konu ise her düğüm çözülmek için yaratılmamıştı, bazıları düğüm olarak en orjinal duvar süsü olabilirdi meselaaa… O sonunda ovaya varmak isterken belki sen bir ömür farklı  yamaçları gezmek isteyecektin, onun varmak istediği aydınlık senin varmak istediğin ışık hassasiyetinden kaynaklı karanlıktı olacaktı belki… Aynı yollardan yürüyebilir, gülebilir, omuzlarını birbirinize sunup hüzünlenebilir, çimlerde yalınayak yürüyebilir, bir bardağa aynı kamışı daldırabilirlerdi ama masada evet konuşulmamış bir şey vardı tüm bunları yaparken hissettikleri birbirlerinden çok farklıydı, sonunda çıkmak istedikleri yollarda.

Güzel bir Yaz akşamıydı, içten güzen yüzler ve anason kokusu vardı…
Kız kendi kendine mırıldanarak doğrularımı tekilleştirme sadece rehayamı kokla, beni sev dedi… Çünkü biliyordu bazı düğümler çözülmek için değildi…

Ps: Eylül ayının geldiğini artık rüzgarla üfleyerek camlara vurdurduğu dalların tıklatmaları ile anladığım şu günlerde "kim o" demenin vaktinin geldiğinin farkındayım... Farkında olmadan kulağım yine Ortaçgil'e kaymış şu an ne çalışıyorsa Link'de ve sana..

2013-08-22

Esinti..


Sanatın ve sanatçının dostu bir gün yaşamak istedim bugün, evet evet hem de oturduğum yerde… Biraz belgesel, biraz fotoğraf, biraz mimarlık tarihi mis gibi ve şimdide notalarda kaybolmak…

ve derken karşıma çıktı “Dedemin İnsanları” Bodrum’dayken korkunç insan kalabalığında çok çok yalnız hissetmemek için evde minik yeğenimle rastladık yine.. Ege’de sanki daha içinde gibi izledik. Yeğenim minik kafasını karnıma koyup uzandı, ben de saçlarını okşadım film boyunca.. Çağan filmleri beni hep hiç gitmediğim ama çok aşikar olduğum kalabalıkların taa ortasına atar.
 



Saçını okşarken “seni çok sevdiğimi hiç unutma olur mu?" dedim miniciğim elimi alıp avcumu öptü, “asla” deyip ekledi “bana böyle şeyler söyleme olur mu aklıma çok kötü hisler geliyor.” Onun hisleri aklına nasıl geliyordu bilmiyorum ama filmi izlerken eminim çıktığım yolculukta yanımdaydı…



Şimdi filmin müziklerini dinlerken kendi kendime bu ses dedim; ne renktir, ne kokar?? Çok tanıdık ama… Tanıdıktı, OyaBora şarkısı ve yine eskisi gibiydi.. Sesi bir şeye benzemeyen, müziği aynılıktan hipnoz eden, sözlere hiç girmeyeceğim insanların sanatını!? hala dinlemek durumunda kaldığımız bu günlerde Oya Küçümen’in bizleri o tek başına her duyguyla öpen sesten uzak bırakması ne kötü…

Bazı sesler açık yaraya tak diye basılan oksijenli su gibi acıtacağını sanarken rahatlatıyor…

2013-05-28

"Beni Unutma" bence "Remember Me" kalsın...



Mart ayından beri yazmadığım bloguma yine "Merhaba"..

Yorgunluğun verdiği etki ile afişinden geyik bir romantik film karşısında uyuyakalmaktı amacım ve seçimim "Remember me" oldu. Yanılmışım, yani sabun köpüğü olduğu konusunda..

Afişinde şu vampir serisi filminde oynayan çocuk vardı "Robert Pattison", ön yargı işte hangimizde yok ki. Filmin başlarında evet işte bu demiştim; çocuk kız için bahse girer, su ile yapılan klasik öpüşme ve devamı ile Amerikan filmi flörtöz sahneleri...

Film ilerledikçe başka bir şey oldu, derinleşti. Sığ sularda yüzerken kendimi birden derinlerde zevk alırken buldum; dalıp dalıp çıkıyordum. 

Filmin içinde aşk vardı evet hatta Amerikan başlayan aşk boyut kazanmıştı. Resmen aşk vardı! Kokusuna ait olunan hem de.. En çok kadın sırtüstü uyurken sırtına düşen ışıkla ellerinin gölgesini kuş yapıp uçurduğu sahne kaldı bu aşktan aklımda..

Afiş seçimi filme haksızlık olmuş, çok film için söylemem bunu hatta bazı afişler filmi sattırır bile.. Tumblr'da da arattığımda karşıma yine yakışıklı beyefendinin kalpli saçma salak fotoğrafları çıkıyor halbuki film çok daha derinlerde. 

Peki aşktan başka ne var ki ayrıca etkileyen? Aile ilişkileri... Babalar ve çocukları, yavan gelir Amerikan filmlerinde genelde böyle ilişkiler bu sefer etkileyiciydi yani en azından beni etkiledi. 


Adı Remember me ama hep olduğu gibi Türkçe'ye keyfim bilir şeklinde Beni Unutma olarak çevrilmiş.

Filmin 11 Eylül'e bağlanacağını asla tahmin bile edemezdim; beni şaşırtan şeyleri hep sevmişimdir. Amerikan filmleri genelde alttan kendileri ile ilgili bir mesaj verir ve evet gözüne sokarak yapar bunu. Biz iyi insanlarız, dünyayı kurtaran özel ajanlarımız var, çoğunluğunda bir sahnede kesin bayrakları olur mesela. Bu filmde de sonu göze sokulmuştu evet ama hiç rahatsız etmedi, doğru zamanda oldu..

11 Eylül ya da başka bir saldırıda hayatını kaybetmiş biri... Hangimiz bugün başımıza ne geleceğini biliyor ki? Olağan, sıradan hayatlar, bunalımlar, sıkıntılar, çelişkiler, süründüren aşklar... Gündelik hayat işte kimin ne yaşadığını bilmeden oturduğumuz vapur koltukları, bilet kuyrukları, market sıraları.... Hep uzaktan bakıp "benim başıma gelmez" diyoruz ya, demeyelim...

Hep yarın için yaşayanlara üzülecekleri bir haberim var, yarın olmayabilir.. Hoyratça kırdıkların, cimrice kendine sakladığın seni seviyorlarım, mutlu olabilecekken dibine gömüldüğün kasvet, bunalım; mücadele vermediğin ilişkilerin ki hep kayıpların... Dibini görmek mi istiyorsun? O halde gör bakalım!..

PS: Hee bu arada filmle ilgili bir iki yorum okudum ve ilk defa sıkılıp kapadım, kimin ne düşündüğü umurumda değil çünkü ben beğendim. Filmden alıntı şu söz twitterda hep önüme düşer dururdu ve şimdi daha da anlamlandı;

"Parmak izlerimiz, dokunduğumuz hayatlardan silinmez."  

 Şarkımız birkaç gündür ara ara dinlediğim olsun ki şu an yine dinliyorum mesela Link'te...

2013-03-22

Kendime Hediyem "Breakfast at Tiffany's"..




Doğum günümün ilk saatlerinde kendime ilk hediyemi verdim; "breakfast at tiffany's" filmini izledim. Tercihimin bu film olmasının çok sebebi var ve bilirsin film seçimi konusunda hassasımdır... Festivallere gittim, kimsenin adını sanını duymadığı filmlere ağladım, güldüm, korktum!... Şu an bahsettiğim film ise izlemeyenin az olduğu bir film. 

 Kendime "breakfast at tiffany's" armağan etmemin sebeplerine gelince;

* Film 60's ların başında çekilmiş ki benim her şeyi ile hayranı olduğum yıllar; saçlar, başa zarifçe bağlanan eşarplar, çeşit çeşit büyüklü küçüklü şapkalar, doğal makyajlar, kadını kadın gibi gösteren elbiseler, büyük takılar....

* Film Newyork'da çekilmiş, eski binalar ve sokaklar büyüleyici... 


 * Ahhhh benim stil sahibi parlak gözlü Audrey Hepburn'nüm... Çocukluğumdan beri hep en sevdiğimdi; duruşu, mimikleri, samimiyeti, çocuksuluğu ve masum çekiciliği... Şimdilerde Audrey Tautou sevmemin sebebi. Hep düşünmüşümdür acaba adını sonradan mı değiştirmiş diye, o kadar benzer mimikleri var ki ama gerçeği kadar asil duruşu yok, üzgünüm yalan yok!... Audrey Tautou'nun "Priceless" filmi ile de bir iki ortak nokta yakalamadım değil, söylemezsem içimde kalırdı, ohhh ;)

Audrey Hepburn ve Marilyn Monroe bir dönemin hatta hala yeri doldurulamamış iconları ki ikisini de çok beğenirim ancak ikisi arasından büyük bir fark vardır; Marilyn seksiliği ile Audrey masumluğu ile ön plandadır... 

 
 
* Film insanı başka yerlere götürdüğünden çok insanın kaçırdığı ve ender rastlanan bir durum var, dikkatli okuyun; "Breakfast at Tiffany's".... Sinema tarihinde ismi aslında reklam olan kaç tane film vardır. 




Filmin ilk sahnesi; Hepburn taksiden iner elindeki kahve ve çörekle bir pırlanta mağazasının önünde kahvaltısını yaparken vitrine bakar... Stil sahibi zarif bir kadın, kendini kötü hissettiğinde gidip sadece baktığı bir mağaza.... Vitrininde kahvaltı yaptığı pırlanta firmasının ismi ise "tiffany & co."


 İlerleyen sahnelerde orayı sevme sebebi çokca pekiştiriliyor. Filmi onlarca kez izlemiş olmama rağmen bir önceki izlemem de ilgimi çekmiş olması da sanırım benim şapşallığım... 60's da adamlar dünyanın en ünlü iconu üzerine film yazmışlar, düşündüğünde sanki uzun metrajlı dünyanın en güzel reklam filmi gibi.... Filme bir kez daha hayran kalmıştım, o yıllar için bence çok zekice.. Doğru kitleye, doğru yolla... Merak ediyorum 
"tiffany & co." bu zekice yatırım ile satışlarını kaça katladı?..

* Filmin müzikleri Henry Mancini'ye ait ki kendisi tüm zamanların en iyi film müziklerini yapan, önünde eğilesi bir müzisyendir. Bu filmde boğazımı her daim düğümlemiş, en sevdiğim ilk on şarkı arasında sayacağım "moon river" var. Saydığım ve sayacağım tüm nedenlerin en geçerlisi bile olabilir. Al götür beni!...


* İlerleyen günlerde yazacağım yazımda anlatacağım benim gibi ara ara kalbi kendinden hızlı atanların rahatlamak ve her şeyi unutmak için açıp izleyebileceği sakinleştirici etkisi olan bir film... Beni sakinleştiren her şeyi seviyorum, eminim sende de aynı etkiyi gösterecektir. Hani gece uyuyamazsın yaa battaniyeni alıp geçersin televizyon karşısındaki koltuğuna uzanırsın; bunu izlemelisin çünkü huzurla uyumanı istiyorum...

* Beni güldürüyor, filmin tamamı yüzde tebessüm bırakıyor, sersem gibi ağzında şeker var gibisin.. Dudaklarının iki yan çizgisi sürekli yanlara gidip geliyor ki bazı zamanlar gülücüğe bile dönüyor..

* Filmdeki adam iyi - kötü yazar ve kadın ile ilgili bir hikaye yazıyor.. Komik belki ama hep birinin benim için bir şey yazmasını istemişimdir. Hey hikaye kafada yaratılmış olabilir ama ilhamı ben olmalıyım! Hatta dostlarımdan biri bunu her söylediğimde "deli" der ve başını usulca yana çevirip gülümser...

* Son sırada abartısız, sade, masum beni fazlasıyla etkileyen bir aşk hikayesi var. Romantizme pek bayılmadığımı bilirsin ama işte benim sevdiğim romantizm dediğim türden..


Şımarıkça bir romantizm, birlikte geçirdikleri gün mesela... İşte benim romantiklerim!.. Birlikte kütüphaneye gitmeleri vs. hiç yapmadıkları ayrıntıları yapmaları tüm gün boyunca...

ve son sahne...

Herkesin hayalinde bir kavuşma sahnesi vardır; işte benimki bu filmdekidir hep mesela; yağmur altında, sırılsıklam olmuşluğu umursamazken!..

İnsanlar kendisini unutturan insanlara aşık olunabileceğini düşünürler halbuki asıl aşık olunası insanlar size kendinizi hatırlatan insanlardır; bu filmde de olduğu gibi.. Tabii bu dediğim anlayana... 




 Ve off dediğim replikler adamın ağzından dökülür...

Senin sorunun ne biliyor musun, bayan her kimsen?
Sen korkaksın! Cesaretin yok...
Hayatı olduğu gibi kabul etmekten bile korkuyorsun.
İnsanlar aşık olur. İnsanlar birbirine ait olur çünkü...
...gerçekten mutlu olabilmenin tek yolu budur.
Kendine özgür ruhlu, vahşi şey diyorsun ve birisi seni kafese kapatacak diye korkuyorsun.
Bebeğim sen zaten kafestesin, kendi kendini kafese kapatmışsın ve o kafes Tulip'in batısı, Teksas ve Somali'nin doğusuyla da sınırlı değil... Nereye gidersen git seninle.
Çünkü nereye kaçarsan kaç, yanında götürüyorsun...

PS: Filmin tüm müziklerini LİNK'ten dinleyebilirsin... Hala izlemediysen kendime tekrar tekrar hediye edecek kadar sevdiğim bu filmi al ve izle küçük bey.. Bu arada benim gibi "yaş" mefhumunu komik bulan biri için bu özel gün sonu eğlenceye açılan bir anahtar ki bazı insanlar tarafından hatırlanması çok ama çok hoşuma gidiyor!... Bir an düşündüm de yoksa gerçekten Tiffany'de kahvaltı mı etsem *-*

2013-01-26

Çoktan seçmeli olabilir misin?..




Yazımın konusu çocukken izlediğim bir çizgi filmden başladı.

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde 

1988 yılında yani TRT'nin tek kanal olduğu yıllardan kalma bu çizgi film mini miniyken beni düşündürmeye başlamıştı. Ürkerek izliyordum ama izlemekten kendimi alamıyordum. Sonraları çok düşündüm o yaşlarda beni fazlasıyla etkileyip ileriki yaşlarda aslında hepimizin yaşadığı ama bazılarımızda daha belirgin ufak çaptaki kişilik bölünmesine sebep olmuş olabilir mi? diye.. Sanırım bunun cevabını hiç bilemeyeceğim..

İzlemeyenler için toz bulutundan başlamak gerekirse; Dr. Jekyll ve Mr. Hyde  Robert Louis Stevenson tarafından 1886 yılında yazılmış bir kitap. Kitabın sinemaya ve televizyona çok fazla uyarlaması var ki (Viki'ye göre wuuhu 123 kez)  ben izlemedim, hatta NTV yayınlarından da çizgi romanı çıkmış.. Ancak esinlenildiğini düşündüğüm bir örnek var sanırım, belki onlar da benim gibi çocukken izleyip korkudan unutamamıştır ehe.. 

Araştırdıklarımdan anladığım kadarıyla Stevenson kitabın konusunu rüyasında görüyor ve çok kısa sürede yazarak kitap haline getiriyor. Bu arada aklıma bir önceki yazımın not kısmı geldi, sanırım rüyalarım gerçekten gerçek olabilir.. Kitap ki benim bildiğimce çizgi film; Dr. Jekyll'ın kimyasal bir formül bularak bedenindeki iyilik ve kötülüğü faklı insanlar gibi tek bedende ayırabildiğidir. Gündüzleri fazlası ile iyi bir doktorken, geceleri katil, nalet bir adam haline gelmektedir ve her türlü suçu acımasızca işlemektedir. Dr. Jekyll bu durumdan büyük vicdan azabı çekmektedir blaa blaa.. Viki'de çok hoşuma giden bir cümle var "Roman zaten insanın doğasında bulunan kişilik farklılıklarının bir alegorisidir." İnsanın doğasında aslında sadece iyilik ve kötülük yoktur, farklı şekillerde de bölünmeler yaşayabilirsin ki mesela benim ki öyle; tabii ki konumuz ben değilim o sebepten fazla ayrıntı bekleme... 

Neyse yıllar geçti, sabahın köründe koskoca bir tabak meyve eşliğinde gözlerimi ayırmadan izlediğim bu etkileyici eser aklımda hep kaldı.... Bir film bende derinlerde kalmış sessizliği sonraları yine bozmuştu yıl 1999'du ve ben bir anda dejavu olmuştum. 
  

Fight Club


 Birebir aynı değildi normal olarak ama dediğim gibi benim için özü aynıydı, bir çocuk izlediği şeyden korktuysa bir ömür kilitli bir dolapta hep saklı durur. Filmi izlemeyen yoktur diye düşünüyorum yok hala varsa bazı filmler eskimezlerden. Gerçi bana bakma 1886 yılında yazılmış bir kitaba, okumayı yeni söktüğüm yaşta bir çizgi filme takılı kalmışım ama geçerli nedenlerim var..

Figh Club konusunun yanında çok başarılı başrol oyuncularıyla göz dolduran, yüreklerde yer eden bir filmdi. "Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter"

Aklıma geceleri dinlemeyi sevdiğim bir ses geldi, sanırım sebebini şimdi anlıyorum; aynı  Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi tınısına bayıldığım ve beni bir yandan ürküten bir ses Tom Waits... LİNK'te sevdiğim şarkılarından biri sanırım eşlik edebilir bana olduğu gibi sana da.. 

Filme geri dönersek yine bir kişilik bölünmesi ve bunda da yine diğerinde olduğu gibi "iyi ve kötü"... Diğerinden farkı kimyasal yok!..  Filmle ilgili çok detaya girebilirim ama yapmayacağım çünkü önümüzde daha yol var...

Sonra yıl 2006'ya geldi taa taamm 

Beyza'nın Kadınları... 


Yönetmenine pek bayılmam normal şartlarda ama bu film mmmm güzeldi... Kişilik bölünmesi bu filmde de vardı ki fazlası vardı başrol oyuncusu ikiden fazla kişilik bölünmesi yaşıyordu, bu filmle birlikte araştırdığımda karşıma kişilik bölünmesinin "dissosyatif kişilik bozukluğu" olarak adlandırıldığını öğrendim. Kişi filmde de olduğu gibi bazen 10'a kadar çıkabilen farklı kişiler haline geliyor ve birbirlerini hatırlamıyorlar... Dışarıdan bakınca eğlenceli gibi görünse de evet sinemada ya da ekranda işlenilmeye çok müsait ama normal hayatta sanırım korkunç bir şey... 



Beyza'nın kadınları ile ilgili bir eklemem daha olacak ki benim için konunun da önünde diyebilirim Demet Evgar... Hanımefendiyi bu filmle tanıdım ve hayran kaldım. Oscarlık bir oyunculuktu, izlediğimde Türkiye'de ondan daha iyi bir aktris olmadığını düşündüm. Senaryo itibariyle birden fazla karakteri canlandırmıştı ve hepsi birbirinden başarılıydı ve inanır mısın ben hala o kadının gelmesi gereken yerde olmadığını düşünüyorum, az rastlanır türde bir oyuncu, izlersen ne demek istediğimi eminim daha iyi anlayacaksın... Bırak oynatmayı oyunculuğuna film yazılabilir, ilham o olur zaten..



Yıl 2012 bana ulaşması 2013'ü bulan yeni bir dizi dizi mag da gözüme çarptı; 

Do No Harm.. 


Henüz ilk bölümüne şahit olabildiğim dizide 'ki tutmazsa muhtemel devam etmezler' beyefendi yine doktor ve henüz nedenini bilmiyorum kişilik bölünmesiyle karşı karşıya.. Bilin bakalım hangileri "iyi ve kötü"... 

Sinema tarihinde örneği verilecek başka filmlerde olduğunu biliyorum ama ben sadece anlık aklıma gelen gözlemimi yazarım, onu işin uzmanlarına bırakıyorum...

Bilmelisin ki yazının başında da dediğim gibi herkes kişilik bölünmesi yaşar; doğamızda var... Bazılarımız bunu büyük çalışmalarla daha belirgin yaşarız. Bazen olmamız gereken, yetiştirildiğimiz, büyüdüğümüz sosyal çevrenin aksine bir karakter daha özgürlüğüne ulaşmak ister içimizde... Kendinin farkında olan ve kendini iyi tanıyan insan bunun farkında olabilir.. Figh Club'da olduğu gibi onu öldürmek için beni öldürmeliyim çözümü yanlış olur, korkmayalım araştırmalarıma göre tüm kişilikleri birbiri ile barıştırıp hayatına mutlu mesut devam edebiliyormuşsun... Ama diyorsan ki böylesi daha eğlenceli seni tabii ki tutmayacağım tatlım, tadını çıkar!..

Bakalım bir sonraki kişilik bölünmesi bizi nereye götürecek?

Ps: Benim tanıdığım bir Dr. Jekyll ve Mr. Hyde durumu da var çok çabalamama rağmen Dr. Jekyll'ı baskınlaştıramadım... Şarkımız bahsi geçen filmlerden birinin son sahnesinde çalıyor ve kendisi LİNK'te...

2013-01-25

Merhaba, sanırım ünlüleştirdiğimiz ünsüzlerimizdensiniz...




Fotoğraflar hep ilgimi çekmiştir... İnternet sitelerinin, uygulamaların, sosyal ağların çoğalmasıyla bu ruhu okşayan görsel gıdıklamaya ulaşmak daha da kolaylaştı.

Geçenlerde seninle konuşurken ilgimi çeken bir sözün üzerine yazı yazmak geçti yine içimden; yine başka yerlere çektim farkında olmadan; rahat duramam ve evet yine durmadım..

Gözlem yapmayı çok sevdiğimi bilirsin, her şey büyük bir deneyin parçası benim için, deneyin ne olduğunu bilmiyorum ama gözlemlemem gerektiğini biliyorum, gözlemledikçe ardı ardına farklı kapılar açılıyor ve ben sonu neye varacak hiç bilemiyorum; galiba artık sonu ile de ilgilenmiyorum.

Bir sürü siteden yıllardır fotoğraf indiriyorum hafızama... 


İnsanların fotoğraf tercihleri aslında bilinçaltının en güzel yansımalarıdır. Bazen seni sadece duyuyorum, dinlemiyorum o ara dinlemekten daha etkin bulduğum seni buluyorum çünkü daha kendini bana verdiğin; fotoğraf seçimlerin... O gün içinde telefonunla çektiğin ayrıntıları inceliyorum, pinterestte pinledikleri ya da tumblr da rebloglarını, değiştirdiğin profil fotoğrafını...

Artık hayatımızın içinde büsbütün parçamız haline gelmiş sürekli iletişimde kalmamızı sağlayan sosyal ağlar... Büyük bir kısmınızın aslında çok hafife aldığı, küçük bir kısmınızın kullanmadığı, bir bölümün düşmanlığını kazanmış, ilişkilerin bitimine, ilişkilerin başlangıcına, yepyeni iş fırsatlarını doğuran ve daha çok doğuracak sosyal ağlar...

Bir ara facebook un fotoğraflarını kullanmasın diye timeline a yapıştırdığın yazı vardı ya hani farkında mısın bilmiyorum ama zaten yeterince çıplaksın. Şu an tek arama ile bir şekilde internet ile ilişiği olan herkese ulaşıp, zannedilenden fazlaca fotoğrafını görebilirsin. Sosyal ağ kullanmadığını farz et, eşin, kardeşin, yakın arkadaşın, yan masada oturan yakışıklı, en uç masadaki çok sesli gülüp sürekli fotoğraf çeken lise öğrencileri... Eller yukarı!!! Etrafın sarıldı dostum.. İstesende istemesende parmakların ucunda, gözlerin önündesin, yeni çağın insanı artık ünsüz ünlü!

Önüne geçilemez paylaşma istediğimiz var, diğer ülkelerin bu konudaki durumunu bilmiyorum ama Türkiye'de sosyal ağlar insanları kesinlikle asosyalleştirmiyor. Aslında normal hayatında asosyal profiller çizen kişilikler sosyal ağlar sayesinde gün yüzüne çıkmamış özelliklerini bile keşfe çıkıyor; sosyalleşiyor..

Şöyle düşün adam aslında zeki, belki süper dikkat çeken bir tipi yok, dikkat çekecek bir arabası vs. uçsuz entelektüel bilgiye sahip... Paylaşmaya başlıyor ufağından, aklına gelmeyecek insanların ilgisini çekiyor paylaşımları, normalde aynı ortamda olsa yüzünü çevirecek ciks hanımdan tut, boş zamanlarını kitaplar, filmler üzerine derin tartışmalarla geçiren zarif bayandan, hayatı sosyal ağlardan takip eden beye arada ne oluyor diye sosyal ağlara giren karakterden çık hepsi onu okuyor...


Heyyy artık kitap bastırmak için büyük yayınevlerine gitmiyorsun çoğunlukla... Hem onlar, hem senin için net bir rahatlama oldu. İnternet aracılı ile yazdığın her şey parmakların ucunda potansiyel kitap!... Bir çok konuda keşfedilebilirsin; yazdıkların, paylaştıkların, çektiklerin...

Ciddiye çok almadığın sosyal ağlar sayesinde işini kaybetmen de mümkün ki daha bugün twitterda 3 örneği taze taze okudum. Elindeki gücü doğru kullanılman çok önemli, şöyle düşün "bıçak, hara-kiri (yani kişi bıçağı karnına saplar, sağ-sol hareketleri yaparak diyaframını ve midesini parçalar, bir tür Japon intihar adetidir.) yapmasına yarayan alettir ya da "elma portakal soymakta kullanılan keskin bir mutfak aracıdır." iki tanım var nasıl kullanmak istersin?

Şuursuz kullanılan sosyal ağlar iş hayatında evet artık hara-kiri yapmana sebep olabiliyor, dostum iç organlarını dışarı çıkarıp intihar ediyorsun!.. Yeni çağa ayak uyduran şirketler ya da yöneticiler diyelim artık çalışanlarını bu kanallar vasıtasıyla da gözlem altında tutuyor. Yanlış anlaşılmasın sadece bu amaçla değil motivasyon yükseltebilmek için uzak ilişkide bulunduğun çalışanların hakkında fikir sahibi olmanın en kolay ve kesin yöntemi de ayrıca.. Şirketi hakkında aşırı olumsuz paylaşımlarda bulunan, sürekli gereksiz şikayet eden çalışansa evet gerçek şu ki mercek altında, hadi hadi devam et hara- kiriye.. Dostum işverenin bu açığın içinden dalabilecek kadar akıllı peki ya sen, 

hara- kiri ye devam mı?


Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki aktif hayat içinde yaşayın herkes aslında birer marka; ya markanı sen yönetirsin ya da birileri senin adına yönetecektir. Seni tanımayan kişi adının geçtiği her linke bakacak, adının geçtiği her yönlendirmeyi sen sanacaktır. 

vaktinde beni eğlendiren, doğru bir açıklama..

Sosyal ağ kullanıcıları ıslah edilmemiş bir ırmağın akışını izliyorsunuz; her yöne akıyor amaçsız o zaman siz hedef belirleyin ve suyu baraja ulaştırın, bırakın olması gerektiği yer artık dolsun!..

Birileri senin adına konuşmasın, kendi markanı sen yönet.. Türkiye'de internet paylaşımları ile ilgili büyük boşluklar var. Akıllı şirketler artık sadece bu konu için itibar departmanları kurdu ya da bu konu üzerine çalışan şirketleri keşfetti. İtibar şirketlerini ilk kuran kişilikleri de tebrik etmek lazım, her çözümsüzlük ve krizin yeni bir iş alanı fırsatı olduğunu artık çağımızda hepimiz öğrendik sanırım.

Bu konu tarafımca uzadıkça uzar o sebepten sonuca bağlayıp, işi uzmanlarına bırakmayı (ben sadece gözlemciyim) ve uyumayı uygun buldum. Kendini ifade etmenin en kolay olduğu çağda artık bunu başkalarına bırakma istersen.. Kimse özel hayatına inan meraklı değil, ( tabii meraklı olunanlar da vardır ayrı :) bir hobinle ilgili yaz, ne bileyim beğendiğin fotoğrafları paylaş, oyun oynuyorsan onunla ilgili yaz, okuduğun kitapları yaz, ilgin moda ise onu paylaş ama lütfen seni başkalarından okumama izin verme artık!..

Ps: Uyku düzenimin düzen kelimesini unutturduğu bir dönem yaşıyorum. Çok erken saatlerde uyanıp ertesi gün aynı saatte uyuduğum oluyor, enteresan rüyalar görüyorum. Enteresan rüyalar görüyorum ve bir rüya blogu açmaya karar verdim, onları bu şekilde yönetemeyeceğimi tabii ki biliyorum çok bilmiş ama biriktirip ileride fantastik, komedi, dram tarzında tarzı bir film ya da kitap yapabilirim.. Sanırım karışıklığını yeterince ortaya koyacak yeni bir tür olur :) Aa evet şarkımız, bugün çok çaldığından  telefon melodim LİNK'te.. Bu arada yazımın ilhamı olan cümleyi söylemedim, söylemeyeceğim; şimdi aklıma o cümle ile ilgili başka bir yazı geldi...