Sayfalar

2014-05-29

"Nostalji" Derken?...





Nostalgie
Nostalji

Nostos ve Algos

Nostos Geçmişe özlem..
Aldos'da acı ve keder demek
Ayrıntılı ek bilgi için kaynak: Etimoloji Türkçe

Kelime ilk olarak 1688 yıllarında bir hastalık tarifi olarak çıkıyor. İsviçreli bir tıp doktoru olan Johannes Hofer nostalgia kelimesini literatüre sokuyor. Nostalji, ülkesinden uzakta paralı askerlik yapan İsviçreli askerlerin evlerinden uzak olmalarından kaynaklı duydukları özlemin (ki o kadar ciddi bir özlem hakim intihar ile de sonuçlanabiliyor) bir tarifi olarak ortaya çıkan bir kelime... Başlarda adı İsviçreli hastalığı olarak geçiyor. Doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan acı ve keder olarak tanımlanıyor; Türkçe'de sıla hasreti denilebilir. Bizim günümüzde kullandığımız nostalji ise yer değil, zaman merkezli yani çoğu kez ilgili olmayan tanımlama.

Her gün ağzımıza sakız ettiğimiz bir kelimeyi aslında yanlış kullanıyoruz, eminim daha çok kelime böyle zaman içinde esas anlamını kaybederek ağzımıza yerleşti. En komik olanı da sanırım dizi dizi çıkarılmış nostalji albümleri oldu kelimenin gerçek anlamını öğrenince benim tarafımdan...

TDK sözlüğünde de kelime tanımı "gündedün" olarak geçmekte yani anlayacağın dilimize yanlış tanımıyla bağdaş kurup oturmuş durumda eee artık kalkta denilmez iyi yerleşmiş yerine...

Ps: Yarım kalan yazılar serimden, kısa ve öz.. Muhabbetin aynı böyle pek güzel olduğu bir grup arkadaşımdan geldi bu video az önce... Bir ayrıntı daha var tabii ama o da bana kalsın.. Özetle "Selamlar olsun"...

2014-03-22

Mutlu yaşlar hayat!...

 
 

Bir senemin diğer bir seneme eklendiği gündeyken her yıl olduğu gibi derin bir muhasebe başlar...
 
Yeni yıl başlangıcının 1 Ocak değil doğum günleri olduğunu düşünmüşümdür. Doğduğum günü hatırlamıyorum öleceğim günü de düşünmüyorum; arada kalan hayat ise hem sever, hem döver kıvamında.
 
Geçenlerde biri şöyle bir şey paylaşmıştı "O kadar çok şey hakkında bilgi sahibi olmak istedim ki sonunda hiçbir şey hakkında fikir sahibi olamadığımı farkettim" önce bir baktım o ne demek o? diye...
 
Aslında çok anlamlıydı...

Çocukken gözlerimi kapatıp dönmeyi öyle çok severdim ki annem sonunda kucaklayıp yakalardı durdurmak için.. "Başın dönecek" derdi.
 
Ve Büyüdüm... Dönmeyi hala seviyorum ancak gözlerim artık açık. Dönüyorum, dönüyorum gördüklerimden korkuyorum, gurur duyuyorum, yalnızlaşıyorum, insana bulanıyorum, asileşiyorum, öğreniyorum, acı çekiyorum, mutlu oluyorum, huzur duyuyorum, ihaneti görüyorum, sevgiyi hissediyorum, aptallaşıyorum.. Hissediyorum, hissediyorum, hissssediyorum sonra yine yine öğreniyorum...
 
 
Tüm bunları yaparken sabit kalanlar oluyor; dostlarım, ailem belki biri ya da bir diğeri.. Hızlı çekim şehir görüntüleri olur ya hani gün doğar, insanlar sokağa dökülür, hızlı hızlı ama her şey, sonra gün yavaş yavaş batar ve gece *en sevdiğim* sonra tenhalaşır sokaklar, kim olduğu bilinmez gölgeler son bulur sonunda sabitler ile kalınır başbaşa; dostlar, ailen, biri ya da bir diğeri....
 
Doğduğum anı hatırlamıyorum, öleceğim günü de düşünmüyorum.. Sonunda annemin başım dönmesin diye beni tutamayacağını da biliyorum. Tutulmayı değil, her dönüşte aynı noktada gözgöze gelebildiğim cessur insan kim olabilecek bazen merak ediyorum...
 
Mutlu yaşlar hayat; fikir sahibi olmaya yeterince istekli insan var, sen başımı döndürerek beni ayık tutmaya devam et emi!...
 
Ps: Ben ne ara bu kadar küçükken büyüdüm hiç bilmiyorum (: Bu gece yaşı olmayanlara içelim... Şarkıyı tabii ki unutmadım, ömrümce her dinlediğimde zevk alacağım bir parça şu an kulaklarımda ve tabii dinleyebil diye LİNK...

  

2014-02-13

Ruhu Gezgin, Hayatı Yerleşik Olmak..





Ömrün boyunca okuduğun edebi eserler, izlediğin filmler, resimler hatta belki bilimsel araştırmalar acaba hepsi yaşanmışlık ürünü müdür?
 
Bu soruyu kendine hiç sordun mu bilmiyorum ama cevabını düşününce net olarak vereceğini biliyorum; hayır!..
 
Aşkına yazdığı nice mısraları defalarca sindirerek okuduğun, kendi aşkımızı yeniden ve yeniden temize çektiğimiz o şairin aslında hiç aşk yaşamadığını ve aslında bunun özleminin o mısraları ilahileştirdiğini öğrendiğinde önce hayal kırıklığına uğramış sonra ise kendini şanslı hissettiğini söylemiştin çünkü sen yaşayabilmiştin...
 
Kafka'nın hayatını okuduğum zaman ona en çok ilham veren tutkulu aşklarının çok az gördüğü kadınlar olması başta çok şaşırtmış sonra ise hatırlattığı kesitler yüzünden tebessüm ettirmişti.
 
 
Öyle ressamlar var ki; hiç görmediği bir kadını, içine çeken bir manzara resmini tuvale hayalinden aktarmıştır ve sana sadece "bir yerden tanıdık ama" cümlesini kurmak düşer; içinden sessizce düşünürsün bunu.. Böyle düşündürmesini herkesin hayal dünyasının birbirinden çok farklı olduğu kadar zaman zaman ortak ögeler taşıyabileceğindendir.. Yani en azından benim gözlemim böyle.. Bilinçaltı mesajı gibi, orada senin anlayamadığın ama beyninin algıladığı bir mesaj var sanki...
 
Aklıma işi uzay bilimi olan bilim insanları geldi... Uzaya hiç gitmeden her şeyi yaşadığı semtten hakkında daha çok şey bilmek garip geliyor değil mi insana?... Mucitler mesela, hayal etmeyi bilmeselerdi bilimi de aracı edip sonuca varabilirler miydi?
 
Böyle birini tanıyorum, o kollarını açtığında, dünyalar dökülüyor üstünü aradığında... Adım adım gezememiş tüm dünyayı ama her coğrafyadan, her insandan, her tarihten bir parça tatmış gibi. O bir gezgin, hayal dünyasının notalarından bambaşka acılar, hüzünler, hissedilmesi zor mutluluklar dinlenebilen.
 
Böyle birini daha tanıyorum; kalemi eline aldığında defteri uçan halısı.. Hiç tanımadığı insanların en mahrem konuşmalarını geceleri yalnızken duyar ve tek tek yazar mesela....
 
Böyle birini daha tanıyorum, ağzını açıp konuşmaya başladığında seni yargılamadan sana sorular sorup iç dünyanda keşfedilmemiş karalarını bulduran. Yalnızlığı hissettirirken verdiğin cevaplarla aslında bir pc oyununda keşfedilmemiş adanın üzerini senin bulutlarla  kapattığını gösterip buyur eden.
 
Böyle birini daha tanıyorum, bir objeyi tasarlarken yüz ifadesinden sadece onun bildiği uzak bir diyarda acaba neler görüyor diye merak ettiğim...
 
Böyle birini daha tanıyorum, fırçayı eline aldığında sünger gibi içine çektiği tüm duygularla her darbede başka bir yaşanmışlık ya da yaşanmamışlık anında.
 
Böyle birini daha tanıyorum, yolcuğu beyninde neyin nasıl çalıştığını kavrayıp onları başka dünyalarda hayal edip yeniden yaşatan..
 
Böyle birini daha tanıyorum, o eldiven kullanmaz mesela... Una dokunur, baharatı koyarken önce burun deliklerinden içinde yolcuğa çıkarır; hissettirdiği hoşuna giderse koyar heybesine ve hazırlar sevdiklerine tadı içinde oynaşan lezzetleri...
 
Bu insanlar sizsiniz, benim ve tanımadığımız diğerleri yani anlayacağın aramızdan birileri. Onlar belki yerleşik hayatları yüzünden şikayet edenler tıpkı senin gibi. Bazıları farkında yolcuğunun bazısı değil.
 
Cervantes Don Kişot'u kaleme aldığında şövalye olmadı, Kafka Dönüşüm'ü yazdığında hamam böceği de olmadı. Onlar yerleşik hayatın meraklı gezginleriydi... Farkında olmadan tıpkı senin, tıpkı benim gibi...
 
 
Ps: Geçenlerde biri sana bir soru sordu "tarihçi misin?" cevabım "hayır meraklıyım" olmuştu. Tarihleri aklında ömrü boyunca tutamamış olan benim çıktığım yolculuk zamandaki insanlarla, hissettikleri belki düşündükleri ve bunu düşünme sebepleri ile...  

Şu an çalan şarkılar kategorimizde bugün LİNK'teki parçayı bulabilirsin ve hissettirdikleri için illa bir şey söylemek gerekiyorsa "mmmmm"

2014-01-12

Kayıp Köpek Türkiye

 


Bir süredir bahsetmek istediğim değerli bir arkadaşımın sosyal girişimi var. Nasıl başlasam diye düşünürken yine bir film ilham kaynağım oldu..

"Hachiko: A Dog's Story"
 
Hayvan sevgisinin birebir yaşandığı bir evde büyümedim. Küçükken talihsizlik o ya bir horozun bacağımı gagaladığını hatırlıyorum o zamandan sonra uzun bir süre hayvan gördüğümde ürktüm. Taa ki kuzenimin minik köpeğini tanıyana kadar, uzun yaşayan şanslı köpeklerdendi. Kara olan tüylerinin bir kısmının beyazlığını bile görebildik... Sakindi, sadakati ve karşılık beklemeden çok ama çok sevişiyle hayvan korkumu onunla birlikte yenmiştim. Hayatta her şey gibi kötü yaşanmışlıkların ardından gelen iyi deneyimdi o; horozla başlayan korkum sayesinde sevgiye döndü.

Ardından kedilerin aslında nankör değil karakterli olduğunu öğrendim vs vs..
 
Filme gelince kendisi yarım saat aralıksız ağlamama sebep oldu. Sadakatin, sevginin ne demek olduğunu öğreten gerçek bir hikayeydi. Başrolünde Richard Gere'in ve Akita türü köpeğin oynadığı film, zaman içinde birçok kelimenin içini boşaltmayı becermiş bizler için unutulan çok duyguyu yeniden akla getirir nitelikte.

Filmde geçen kısa bilgilendirmede Akira türünün insanla ilk dost olan tür olduğundan bahsediliyor.

Başkasına götürülmek üzere yola çıkmış bir yavru köpeğin kaybolması ve kendi sahibini seçmesini anlatan filmde asıl dokunaklı kısım 9 sene boyunca aynı tren istasyonunda sahibini bekleyen bir köpeğin hikayesine dönmesi.

İşin ilginç tarafı bu hikaye hayal gücü ile hikayeleşmemiş, gerçekmiş. Gerçek Hachiko'nun bronz heykeli Shibuya (Tokyo) istasyonundaki bekleme salonundaymış. Kelimelerle ifadesi zor olan filmi, tüm hayvan severler ve hatta sevmeyenler(sevemeyenler) izlemeli, ne demek istediğimi o zaman hissederek anlayacaksın. Şahsen etkilendim hem de çok..

Yazının başında bahsettiğim blog ise Sevgili Ceyda Keçeli'ye ait. Benim de yakından bildiğim bir hikayesi var bu sürecin. Ceyda, köpeği Gofret'in kaybolmasına çok üzüldü ve o dönem köpeğini bulmak için başvurabileceği platformlar aradı. Hayatının büyük kısmı birbirinden farklı platformları tanıyarak geçmesine rağmen bu konuda istediği gibi yardım alabileceği bir platform bulamadı.
 
Gofret bir süre sonra biraz yıpranmış olarak bulundu ancak Ceyda bu işin peşini bırakmamaya niyetliydi ve tamamen kişisel çabasıyla bir sosyal girişime imza atmaya karar verdi "kayıpköpek"..
 
Öncelikle twitter hesabı açtı @kayipkopek ardından facebook sayfası Kayıp Köpek Türkiye işinden fırsat bulduğu zamanlarda yurdun her yerinde ev arayan köpekleri, kaybolan köpekleri paylaştı. Her ikisi de sahiplerini buldu...
 
http://www.kayipkopek.org/ adresinden hizmet vermeye devam eden platform gittikçe büyüyor. Bizler her geçen gün yeni mutlu buluşmalara şahit oluyoruz.
 
Hachiko filmini izlediğimde bir hayvanın kaybolmasında ya da yuvasız kalmasında üzülen tarafın hep hayvan sahipleri olduğunu düşünmemin ne kadar eksik olduğunu anladım. Böylesi hissiyatı derin hayvanlar zaman içinde duyguları evrime uğramış bizlerden daha saf ve temiz sevdiklerine bağlılar...

Belli bir yaştan sonra bilindik geyikleri de yapılan insanların hayvan sevgisinin nedenini şimdi anlıyorum, kim bilir belki onları karşılıksız tek seven onlardır.


Ps: Film güzel, Kayıp Köpek Türkiye güzel ve şu an hissettiklerim çok daha güzel.. Teşekkürler Ceyda, köpeğini bulduğunda sadece ona değil tüm köpeklere sarıldığın için...

2014-01-02

İnsan çocukluğunu hep mi özler?



Ne zaman ayva marmeladı yesem ananemin tereyağlı kızarmış ekmekleri gelir aklıma; ardından gözlerimi kapatır, çocukluğumun tadını çıkarırım..

Kış günleri apartmanların önüne yığılmış kömürlerin saatlerce görevlilerce kazan dairesi denilen bir yere taşınması şimdi ne garip.. Kömür yüzünden İstanbul'da kış akşamları göz gözü görmezdi hatta astım hastalarının çıkması sakıncalı olacak kadar durum vahimdi.

Yazları akşam üstleri yine göz gözü görmez saatler yaşanırdı ki bu sefer sebep sinek ilacı yapan aracın mahalleye uğramasıydı. Bir dizi çocuk bisikletle arkasından giderdi aracın, şimdi evde böcek ilacı sıksak maske takıyoruz...

İşte tüm anılarda çocukluğa dair biraz sisli biraz dumanlı bir akşam üstüne ait; o hep çok sevdiğin akşam üstüne...

Sarı telefon kulübeleri vardı, kapısı körüklü hani.. Bir sevgilin vardı senin hatırlıyorum yazın Kumburgaz, Erdek, Avşa öyle bir yerde tanışmıştın. Telefonu çevirme anını hatırladım bir an. O zamanlar kolumuzda kuka kuka iplerini alıp ördüğümüz bileklikler vardı,biliyor musun hala yazları takarım onlardan.. Evlerde tek telefon olurdu zaten malum telsiz telefonda ütopik bir şeydi. Ev telefonu sabit dururdu ve sen tüm aile halkının gözüne bakarak en ciddiyetsiz şeyleri ödev tarifi alır soğuklukta yapardın. Şimdilerde bunları kim kullanıyor dediğimiz telefon kulübeleri o zamanlar şirin aşk yuvacıklarıydı. Küçük, orta, büyük jeton seçenekleriyle olduğu kadar konuşulurdu. Bilmeyenler ne rahatlık içinde yaşadığını anlasın, bilenler de iki dakika telefonları bozulduğunda yaşadığı isyanı biraz bastırsın. Günümüzde teknolojinin aşk üzerine olumsuz etkileri üzerine yakın zamanda iyisi mi bir şeyler yazayım bak ki pek olumsuz düşündüğüm bir mevzudur kendisi..

 
Şimdi neredeyse kulağımızda uyuduğumuz telefonu kullanmak yerine "bu akşam müsaitseniz annemler size gelecek" demek için komşuya gönderilmek suretiyle bu repliği defalarca kurmuş çocuklardanım ben mesela.. Kulakları çınlasın koca adamım benim ıslık çalardı aşağıdan çocukluk arkadaşımız bahçedeki banklarda otururduk, kikir kikir... Hazzı şimdilerde hiçbir muhabbette yok!.. 

Başka bir seçenek daha vardı iletişim için mektup. Şimdilerde yaşadığın en tutkulu aşktan kalan, ansiklopedi arasında saklayabileceğin bir mektup yok, hoş ansiklopedin bile yok.. Verilen gülün yaprakları da saklanırdı değil mi? Ahh ben romantik değilim dediğimde kızıyor bazıları, evet değilim çünkü  yaşanan suniliğin romantizm olduğunu düşünmüyorum, şarap vs. özel bir yerde yemek! Biri ile ıslak hamburger yiyebilirsin ya da lahmacun ne bileyim ama havada öyle tatlı bir elektrik vardır ki elini kolunu doğru yerde tutmak zorunda olduğun yerde yakalayamayıp sadece oynayabileceğin bir şey. Gerçek romantizm sana gelen çiçeğin yaprağını kitap arasında kurutmak, kalbimdeydin demek değil gerçekten yıllar geçse de anılarının hala acıtması, sıradaki sıradaki yapmak değil beklemek saflıkla belki.. Artık şehir hayatı yazık ki artık ilişkilerin seri katili.. Her seferinde farklı yöntemler kullandığından yakalanmıyordur belki..
Yine başka bir dala doğru yola çıktım ama...
 
 
Ne diyordum? Heh, O zamanlar kabul edelim herkesin televizyon üzerinde dantel bir örtüsü vardı. Kocaman volkmenlerimiz, ara ara sardığından saatlerce bizi uğraştıran kasetlerimiz, gençlik dergileri vardı oralardan takip edilirdi tüm dünya müzik haberleri. Yakışıklı erkek gruplarının üyeleri paylaşılamazken, Slash gibi ağzının yüzünün bile pek net görülmediği, gitarı konuşturan gizemli pis adamlara aşık olunurdu. Erkeklerse hep aynıydı seksi olanlar revaçtaydı ki yaptığı işe de pek bakılmazdı.. Değişen bir şey yok biz yine pis çocuklara aşık olurken erkekler yine kadınlara hormonlarıyla bakıyor. Yüzyıllar sonra da değişmeyecek ortak bir tarih özelliği bulduk ya çok rahatladım.

Ahh radyo zamanı yazdım öbür bloguma bunun üzerine hala keyifle dinlediğim radyo tiyatrolarını iple çekerdim, sonraları tabii radyolar da çoğaldı. Biraz zorlayınca bir isim çıktı bak mesela Gecenin Serserisi diye bir program vardı Orhan Çetin.. Nasıl güzel bir sesi vardı, offf.. Minik bir bakındım da o programın prodüktörü Nazan Öncel'miş ve Orhan Çetin felç geçirmiş. Hayat...

Kalabalık bir ailenin samimiyeti ile büyüyen bir çocuk olarak kimsenin anlamadığını düşündüğümüz par dili, kuş dili gibi senkronize saçma diller üretip aramızda iletişim kurardık.

 
Kuzenim bize geldiğinde bir çekmeceyi boşaltır kendi eşyalarını koyardı, ee bir süre bizde kalırdı. Yataklar serilir, saatlerce kikirdenirdi. Uyuyana kadar konuşulur, son konuşan uyudun mu? diye sorardı; ses çıkmayınca o da rüyalara dalardı. Şarkısı ise belliydi hala söylerim "halamın kızı zehraaaa" :) Barış Manço...

İnsan çocukluğunu hep mi özler? 
 
Geçen gün bir arkadaşım elinde kutuyla geldi.. Sürpriz! Nostalji kutusu dedi yanılmıyorsam, içini açtığımızda karşımıza çıkanlar aynı anda sırıtarak konuşmamıza sebep oldu. Kutunun içinde  leblebi tozu, su fışkırtan yüzük, patlayan şeker, sulugöz, yumiyum, altın çikolata, tipitip ve daha eskiye dair gülümsetecek çokça şey vardı. Kimin fikriyse bu kutu fikri hem mutlu edecek hem kazandıracak bir fikirmiş. Hani derler yaa seks ve şiddet satar diye zaman öyle bir zaman ki eskiye saflığa duyulan özlem de artık güzel satar...
 
 
Sokaktan seslenirdin annelere kim bilir dondurma parası için nerede şimdilerin diafonu yok efendim kamerası. Pardon yaa şimdilerde çocukların cep telefonu var ki o çocuklar zaten dondurma almak için muhtemelen annelerini aramıyorlardır.

Geçen gün seninle hep olduğu gibi gecikmeli buluştuğumuzda konuşmuştuk hatırlıyor musun?
 
- Yahu biz telefon yokken nasıl buluşuyorduk? diye..
Yine laf döndü dolaştı telefona geldi. İnsanların gecikme sebeplerinin kendileri olduğu yıllardı tabii; artık bir yerden bir yere gitmek için proje planı hazırlamak gerekiyor ki kesin saat konusunda sapma payı bırakılmalı; yolda kaza olabilir, devlet büyüğü geçiyor olabilir, metrobüs bozulmuş olabilir, köprüden biri atlıyor olabilir en önemlisi sebep ise "hiç" bir şey olmadan trafik olması tabii o da ayrı. Standart buluşma mekanları vardı öyle nedense buluşulacak mekana kolay kolay önceden karar verilmezdi, hayat daha doğal akışına bırakılırdı sanki.. AKM, Kadıköy PTT, Boğa heykeli önü  vs. her semtin buluşma mekanları vardı. Saat 12'de boğanın önünde dediğinde orada olmamak gibi bir şansın da yoktu gecikme halinde bunu bildirebileceğin bir telefonun da..

 
Yurt dışından gelen her şey lezzetli gelirdi haliyle buranın aburcuburu tombi ile başlayıp çokomel ile biten geniş bir yelpazeye sahipti yani en azından çocukken geniş gelirdi.
 
Dondurma yazları olurdu mesela, birçok meyve ve sebze gibi.. Kar yağarken dondurma yiyebiliyorsun şimdi miss..

Anne ile gidilen günler, börekler, kısırlar :) Allahım prenses gibi süsler kol çantası gibi götürürdü mini miniyken annem beni, evdeki eğlenceli ayrıntıları keşfeder, bıcır bıcır anlatırdım artık ne biliyorsam...

Bahsetmişimdir kesin Üsküdar'a giden bir otobüste yağmur yağarken "anne ne kadar kaldı" sorusundan sıkılıp yeni öğrendiğim şarkıyı tüm gözler önünde eğlenerek söylemiştim. Neyse ki sevimliydim deli sanmadılar. Ah şu Ayşecik filmleri, kariyerimi bitirdin (:

Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur
Katibimin setresi uzun eteği çamur
Katip uykudan uyanmış gözleri mahmur

Katip benim ben katibin el ne karışır
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır

Üsküdar’a gider iken bir mendil buldum
Mendilimin içine lokum doldurdum
Ben yarimi arar iken yanımda buldum

Katip benim ben katibin el ne karışır
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır
 
Bu kaderimin şarkısı olabilir mi? (: neyse...
 
Buz dolaplarının derin dondurucuları değil buzlukları vardı, merdaneli çamaşır makinesine de yetiştik tabii biz ucundan onu bırak gırgır diye yüzyılın keşfi olarak vaktinde pazarlanmış alet halen satılıyordu. Oww o gırgır da ne ziyan bir şeydi, yere sürerdin isterse çeker de yine canı istemezse geri bırakırdı.
 
Sokaklarda bağır çağır geçirilmiş bir çocukluğun sonlarındandık aslında biz.. Mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım, köşe kapmaca, yakan top, renkli istop, bilye, seksek, ip atlama, kulaktan kulağa, körebe, birdirbir aklına ne gelirse artık hepsini vaktinde oynadık, bisiklete binmek spor değil oyundu o zamanlar. Aaa bir de ev oyunları vardı "İsim, şehir, hayvan, bitki, eşya oyunu", Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor? gibi oyunlarımız vardı. Aslında işin özü şuydu şimdiki gibi oyalanacak çok şeyimiz de yoktu; çocuktuk, yerimizde duramıyorduk, sokaklar oyun sahası demekti, özgürlük demekti.. Oyun bulamasak uydururduk..
 
Çöplerin grev yüzünden uzun süre toplanmadığı, elektriklerin sürekli kesildiği, suyun aylarca belli saatlerde aktığı zamanlar yaşadık; her şey oyun gibiydi ve biz de zaten çocuktuk..
 
Öğlen uykusu zorunlu olduğu yıllardı bizim evde annem elimize bir de kitap tuttururdu, cezalı gibi okurduk, okurduk da iyi ki de okumuşuz.
 
Bilgiye ulaşmak için çaba sarf ederdik bak işte şimdilerin en çok bu lüksünü seviyorum, elinin altında.. Dönem ödevleri verirlerdi evdeki ansiklopedi de yoksa mecburi istikamet kütüphane.. Çizgisiz dosya kağıdına yazardın ve bir hata yaptın mı hooop çöp! Yazardın dediğim de olduğu gibi kopyalardın, işin gerçeği. Benim ilgi alanımdı mesela ansiklopediler o zaman da meraklıydım; her gün yeni bir şey keşfeder gibi bir parçasını okurdum..
 
Biraz daha yakın bir zaman diliminde gazeteler kuponla ansiklopedi, bisiklet, televizyon, yemek takımı, çatal bıçak takımı, araba, bavul ve daha akla hayale gelmeyecek şeyleri bir dönem verdi ki bence toplamayan da yoktur bir dönem. Hatta bir ara öyle bir durum oldu ki insanlar gazetenin yanında kupon biriktirmeyi bıraktı kupon için gazete almaya başladı. Müdahale olunca duruma hayat normale döndü..
 
An itibariyle bir anda aklıma gelenler sadece bunlar.. Değişmeyen en önemli şeyi söyleyeyim;
İnsan çocukluğunu hep özler, hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın... Yeğenimin yaralanma sebebi plajda ipad ı ayağına düşürmesiyken benimki ablamın arkasından koşarken sokakta cama düşmekti..
 
Büyüdüm; kaybettiğim yakınlarımı, çocukluğumdan kalma sesleri, anları, anıları özledim. Oyunlar artık büyük oyunları, güldüren değil inciten cinsinden ve evet insanlar artık bilinen manada mızıkçı da değil gerektiğinde gözünün yaşına bakmayanından..
 
İnsanın özlediği saflıktır, yaşanmış olan anlar hep güvenlidir; başına ne geleceğini bildiğinden çocukluk güvende hissettiğin yerdir. Hayatının belki bugüne taşıdığın iz bırakan günlerini yaşasan da dönüp bektığında kötüler bilinçaltına geçmiştir, hep özlem duyulanlar ise hatırlanır, mutlu eder.. 


 
 
Ben aynı senin gibi ne zaman çırpı bacaklı çocukluğumu hatırlasam, o zamanki kutuplardan basık ekvatordan şişkince gülümseme belirir yüzümde ve kimse o anda aldığım hazzın ne olduğunu anlayamaz..
 
Ps: Sevgili ablamın Cuma geceleri annemler dışarıdayken zorla izlettirdiği korku filmleri geldi aklıma. Gözlerimi kapatırdım görmemek için; bir gece boğazımı tutup "hiç beklemediğin bir anda seni gelip boğacağım" demişti. Bu kadar geriye dönünce hatırladım bak şimdi  :) Seni şakacı, arkanı iyi kolla!.. Linkte güzel bir şarkı bıraktım..
 
 
..

3 Idiots - 3 Aptal



Bu hafta rastgele film kuşağımda tam olarak farkında olmadan başladığım bir "Bollywood" filmi vardı. "Aman tanrım" dediğini duyar gibiyim, haklısın ben de öyle başladım ancak işin garibi filmi kapatamadım, resmen sürükleyiciydi.

Fazlasıyla film sever biri olarak bu zamana kadar Hint filmlerinden neden uzak durduğumsa aşikardı. Anlamsız yere birden bire başlayan garip dansları, abartılı aşkları ve hareketliliği nedense senin kadar bana da her zaman itici gelmiştir.

Bir yandan da Bollywood sinemasına bayılmasam bile takdir etmeden geçemiyorum, çok özgünler... İsmi bile fena halde uydurma, Hollywood ve Bombay'dan esinlenerek konuşmuş, ancak yapılanlar kültürlerine özel.. Kendi sinemamızı düşünelim karakteri Bollywood filmleri kadar belirgin mi? Kabul edelim adamların saygı duyulası bir tarzı var. İnternetten edindiğim şaşırtıcı bilgiye göre eğer doğruysa dünyada en çok film üreten ülke Hindistan..

Filmimiz 2009 yapımı "3 Aptal" orijinal adı ile "3 Idiots".. Dakika bir filmin isminde de bir gariplik vardı, kabul ancak "dumb and dumber" filmine hala gülen biri için bu isim çok da kafa yorulmalık bir ayrıntı değildi.

3 Arkadaşın üniversite hayatını anlatan film tam tamına 170 dakika sürüyor. (Araştırmam sırasında anlıyorum ki Bollywood filmleri genelde böyle uzunmuş) İtiraf etmek gerekirse dans bölümlerini gözümü bile kırpmadan atlayarak geçtim. Sevene iyi seyirler, yapanın da emeğine sağlık ancak benim dünyamda bünye kaldıracak bir durum değil pek hoşlaşmadığım Hint müziği ve gerçekten garip dansları.

Bu filmde de Bollywood ritüelleri elbette var.. İlk görüşte aşık olan adam, bir türlü kavuşulamayan aşk, aşk esnasında müzik eşliğinde esen rüzgar, tüm karakterlerin bir anda delirmiş gibi işi gücü bırakıp anlamsızca dans etmesi ki kendi içinde bizim anlamadığımız bir senkronizasyonu illa ki vardır..



Peki bu kadar şikayet edip filmi neden sonuna kadar izledim; çünkü harika işlenmiş bir mesaj veriyordu ve gerçekten şaşırtan bir senaryosu vardı. Mesaj eğitim sistemi ile ilgiliydi. Çok ayrıntı vermeden geçmek gerekirse kişinin kendini güçlü gördüğü alanda başarılı olacağını, birilerinin baskısı ve yönlendirmesi ile yönelinen işleri yapan insanların aslında vasatı geçmeyeceğini sonunda şaşırtarak gösteriyordu. Filmin başrol oyuncusu tutkulu bir mühendis olsa da okumak için hayatın çeşitli zorluklarına göğüs germeliydi, ezberci zihniyeti eleştirdi doğru yolu kendi yordamıyla buldu...

Aynı filmde güldüm, baydım, duygulandım, sıkıldım, etkilendim, sürüklendim ve aklına gelebilecek bir çok zıtlığı aynı anda yaşadım.. Dedim yaa mesaj tam anlamıyla harikaydı, tarzına bayılmasam da bence izlemelisin, seni bilmem ama birden fazla duyguyu bana yaşatabilen filmleri de ayrıca seviyorum aynı kendi hayatımda aynı anda birden çok duyguyu yaşayabilmenin tadına vardığım insanları sevdiğim gibi..

Film hakkındaki eleştirileri okursan  kafan gerçekten karışabilir; bu kadar zıt yorumu şahsen birlikte hiç okumamıştım. İzleyenler ya nefret etmiş ya da en'le kategorisine koymuş. Sevmeyenlerin çoğu sanırım bu kadar konuşulmuş bir filmin Hollywood filmleri tarzında olmasını bekliyordu, arkadaşım elimizde net bir Bollywood filmi var, yersen ikram ediyorum..

Ps: Hayatta yeniliğe açık olmak lazım. Tavsiyem yeni girdiğimiz yılın ilk günlerinde biraz farklılaşman. Farklı insanları solu, tarzın olmayan bir film izle, duymaktan kaçtığın birini dinle, hiç bilmediğin bir tarif dene, görmediğin bir yerleri gez, hiç bilmediğin bir ruhu keşfet, dokunduğunda aklın kalacak birine dokun.. Hep demem o ki farklılıkların tadını çıkar.. Sevgiler..
Müziğimiz ise beni benden alan bir tango, çook sevdiğim tutkuda ve tabii ki linkte..

2013-09-04

Bazı Doğrular Çift Yumurta İkizidir..




Lokum gibi bir Yaz akşamının çok esmeyen, seven akşamlarından biriydi, açık havaydı.. Anason kokusu mağlum sebepten havayı kaplamıştı.

Çoğullaştırılmış doğrulara inanan biri için yatırıldığı masa sadece kafasını sağa sola çevirip dinleyip anlamaya çalıştığı bir tartışma stüdyosu gibiydi. Fikrine, duruşuna saygı duymadığı insanı zaten dinlemezdi, anlamaya çalışıyordu, kaçırmamaya.

Herkes kendi doğrularını anlatıyordu biri rahatlıktan, biri geçmişin yükünden, diğeri insanları umursamamaktan belki ama onunla ilgili görmedikleri bir şey vardı derinlerde olan…
Anlamaya çalıştığı onun doğrusunun başkaları ile aynı olmasının neden istenildiğiydi. Farklılıklarını düşündü herbirinin; biri rakıyı su koymadan içerken, diğeri içine suyu buzu basardı, bakardın yüzlerine çıkan sonuç aynı..

Masadakilerden biri güzel bir şey söyledi “huzurla mutluluk farklı kavramlardır, huzur olmadan mutlu olabilirsin” aynen öyle doğuştan gelen bir huzursuzluk vardı kızın içinde belki de ölümünde son nefesi ile havaya karıştıracaktı onu. Mutluluk ise büyüklü küçüklü matruşka, boy boy desen desendi dünyasında.
"Ben bundan besleniyorum dedi kız" birden ki içten gelen bir sesle, doğruydu hayat içinde farklılıklarıydı ki zaten onu ayakta tutan. Yanındaki gibi gülmediği için, aynı çileği yiyerek aynı tadı almadığı, aynı yorumu yapmadığı için mutluydu. Gözlerini kapattığında çevresindeki çeşitliliğin sesini dinlemekten mutluydu, sözcükler kafasını kaldırıp yağmura ağzını açan bir kızın yüzüne düşer gibi düşüyordu.

Evet besleniyordu kız; uyurken beyaz bir duvar düşünmeyi, geceleri uykusuzluk çekerken jazz dinleyip doğuştan gelen çatışmasını dindirmeyi seviyordu. Bazı geceler rock çalan bir yerde kulaklarını içine bile kapatmayı ve duymamayı, Türk sanat müziği bir şarkının sözlerinin naifliğini üzerine alınarak döne döne dinlemeyi belki..


Besleniyordu, konuşmayı bırakmak istediği yerde bırakmayı, susarak sadece fotoğraflara bakmayı saatlerce tasarım ile uğraşmayı, bir iki gün kimseyle görüşmeyip kendinde kaybolmayı…

Doğrular çoğuldu kızın dünyasında, masada susulan konu ise her düğüm çözülmek için yaratılmamıştı, bazıları düğüm olarak en orjinal duvar süsü olabilirdi meselaaa… O sonunda ovaya varmak isterken belki sen bir ömür farklı  yamaçları gezmek isteyecektin, onun varmak istediği aydınlık senin varmak istediğin ışık hassasiyetinden kaynaklı karanlıktı olacaktı belki… Aynı yollardan yürüyebilir, gülebilir, omuzlarını birbirinize sunup hüzünlenebilir, çimlerde yalınayak yürüyebilir, bir bardağa aynı kamışı daldırabilirlerdi ama masada evet konuşulmamış bir şey vardı tüm bunları yaparken hissettikleri birbirlerinden çok farklıydı, sonunda çıkmak istedikleri yollarda.

Güzel bir Yaz akşamıydı, içten güzen yüzler ve anason kokusu vardı…
Kız kendi kendine mırıldanarak doğrularımı tekilleştirme sadece rehayamı kokla, beni sev dedi… Çünkü biliyordu bazı düğümler çözülmek için değildi…

Ps: Eylül ayının geldiğini artık rüzgarla üfleyerek camlara vurdurduğu dalların tıklatmaları ile anladığım şu günlerde "kim o" demenin vaktinin geldiğinin farkındayım... Farkında olmadan kulağım yine Ortaçgil'e kaymış şu an ne çalışıyorsa Link'de ve sana..

2013-08-22

Esinti..


Sanatın ve sanatçının dostu bir gün yaşamak istedim bugün, evet evet hem de oturduğum yerde… Biraz belgesel, biraz fotoğraf, biraz mimarlık tarihi mis gibi ve şimdide notalarda kaybolmak…

ve derken karşıma çıktı “Dedemin İnsanları” Bodrum’dayken korkunç insan kalabalığında çok çok yalnız hissetmemek için evde minik yeğenimle rastladık yine.. Ege’de sanki daha içinde gibi izledik. Yeğenim minik kafasını karnıma koyup uzandı, ben de saçlarını okşadım film boyunca.. Çağan filmleri beni hep hiç gitmediğim ama çok aşikar olduğum kalabalıkların taa ortasına atar.
 



Saçını okşarken “seni çok sevdiğimi hiç unutma olur mu?" dedim miniciğim elimi alıp avcumu öptü, “asla” deyip ekledi “bana böyle şeyler söyleme olur mu aklıma çok kötü hisler geliyor.” Onun hisleri aklına nasıl geliyordu bilmiyorum ama filmi izlerken eminim çıktığım yolculukta yanımdaydı…



Şimdi filmin müziklerini dinlerken kendi kendime bu ses dedim; ne renktir, ne kokar?? Çok tanıdık ama… Tanıdıktı, OyaBora şarkısı ve yine eskisi gibiydi.. Sesi bir şeye benzemeyen, müziği aynılıktan hipnoz eden, sözlere hiç girmeyeceğim insanların sanatını!? hala dinlemek durumunda kaldığımız bu günlerde Oya Küçümen’in bizleri o tek başına her duyguyla öpen sesten uzak bırakması ne kötü…

Bazı sesler açık yaraya tak diye basılan oksijenli su gibi acıtacağını sanarken rahatlatıyor…

2013-05-28

"Beni Unutma" bence "Remember Me" kalsın...



Mart ayından beri yazmadığım bloguma yine "Merhaba"..

Yorgunluğun verdiği etki ile afişinden geyik bir romantik film karşısında uyuyakalmaktı amacım ve seçimim "Remember me" oldu. Yanılmışım, yani sabun köpüğü olduğu konusunda..

Afişinde şu vampir serisi filminde oynayan çocuk vardı "Robert Pattison", ön yargı işte hangimizde yok ki. Filmin başlarında evet işte bu demiştim; çocuk kız için bahse girer, su ile yapılan klasik öpüşme ve devamı ile Amerikan filmi flörtöz sahneleri...

Film ilerledikçe başka bir şey oldu, derinleşti. Sığ sularda yüzerken kendimi birden derinlerde zevk alırken buldum; dalıp dalıp çıkıyordum. 

Filmin içinde aşk vardı evet hatta Amerikan başlayan aşk boyut kazanmıştı. Resmen aşk vardı! Kokusuna ait olunan hem de.. En çok kadın sırtüstü uyurken sırtına düşen ışıkla ellerinin gölgesini kuş yapıp uçurduğu sahne kaldı bu aşktan aklımda..

Afiş seçimi filme haksızlık olmuş, çok film için söylemem bunu hatta bazı afişler filmi sattırır bile.. Tumblr'da da arattığımda karşıma yine yakışıklı beyefendinin kalpli saçma salak fotoğrafları çıkıyor halbuki film çok daha derinlerde. 

Peki aşktan başka ne var ki ayrıca etkileyen? Aile ilişkileri... Babalar ve çocukları, yavan gelir Amerikan filmlerinde genelde böyle ilişkiler bu sefer etkileyiciydi yani en azından beni etkiledi. 


Adı Remember me ama hep olduğu gibi Türkçe'ye keyfim bilir şeklinde Beni Unutma olarak çevrilmiş.

Filmin 11 Eylül'e bağlanacağını asla tahmin bile edemezdim; beni şaşırtan şeyleri hep sevmişimdir. Amerikan filmleri genelde alttan kendileri ile ilgili bir mesaj verir ve evet gözüne sokarak yapar bunu. Biz iyi insanlarız, dünyayı kurtaran özel ajanlarımız var, çoğunluğunda bir sahnede kesin bayrakları olur mesela. Bu filmde de sonu göze sokulmuştu evet ama hiç rahatsız etmedi, doğru zamanda oldu..

11 Eylül ya da başka bir saldırıda hayatını kaybetmiş biri... Hangimiz bugün başımıza ne geleceğini biliyor ki? Olağan, sıradan hayatlar, bunalımlar, sıkıntılar, çelişkiler, süründüren aşklar... Gündelik hayat işte kimin ne yaşadığını bilmeden oturduğumuz vapur koltukları, bilet kuyrukları, market sıraları.... Hep uzaktan bakıp "benim başıma gelmez" diyoruz ya, demeyelim...

Hep yarın için yaşayanlara üzülecekleri bir haberim var, yarın olmayabilir.. Hoyratça kırdıkların, cimrice kendine sakladığın seni seviyorlarım, mutlu olabilecekken dibine gömüldüğün kasvet, bunalım; mücadele vermediğin ilişkilerin ki hep kayıpların... Dibini görmek mi istiyorsun? O halde gör bakalım!..

PS: Hee bu arada filmle ilgili bir iki yorum okudum ve ilk defa sıkılıp kapadım, kimin ne düşündüğü umurumda değil çünkü ben beğendim. Filmden alıntı şu söz twitterda hep önüme düşer dururdu ve şimdi daha da anlamlandı;

"Parmak izlerimiz, dokunduğumuz hayatlardan silinmez."  

 Şarkımız birkaç gündür ara ara dinlediğim olsun ki şu an yine dinliyorum mesela Link'te...

2013-03-22

Kendime Hediyem "Breakfast at Tiffany's"..




Doğum günümün ilk saatlerinde kendime ilk hediyemi verdim; "breakfast at tiffany's" filmini izledim. Tercihimin bu film olmasının çok sebebi var ve bilirsin film seçimi konusunda hassasımdır... Festivallere gittim, kimsenin adını sanını duymadığı filmlere ağladım, güldüm, korktum!... Şu an bahsettiğim film ise izlemeyenin az olduğu bir film. 

 Kendime "breakfast at tiffany's" armağan etmemin sebeplerine gelince;

* Film 60's ların başında çekilmiş ki benim her şeyi ile hayranı olduğum yıllar; saçlar, başa zarifçe bağlanan eşarplar, çeşit çeşit büyüklü küçüklü şapkalar, doğal makyajlar, kadını kadın gibi gösteren elbiseler, büyük takılar....

* Film Newyork'da çekilmiş, eski binalar ve sokaklar büyüleyici... 


 * Ahhhh benim stil sahibi parlak gözlü Audrey Hepburn'nüm... Çocukluğumdan beri hep en sevdiğimdi; duruşu, mimikleri, samimiyeti, çocuksuluğu ve masum çekiciliği... Şimdilerde Audrey Tautou sevmemin sebebi. Hep düşünmüşümdür acaba adını sonradan mı değiştirmiş diye, o kadar benzer mimikleri var ki ama gerçeği kadar asil duruşu yok, üzgünüm yalan yok!... Audrey Tautou'nun "Priceless" filmi ile de bir iki ortak nokta yakalamadım değil, söylemezsem içimde kalırdı, ohhh ;)

Audrey Hepburn ve Marilyn Monroe bir dönemin hatta hala yeri doldurulamamış iconları ki ikisini de çok beğenirim ancak ikisi arasından büyük bir fark vardır; Marilyn seksiliği ile Audrey masumluğu ile ön plandadır... 

 
 
* Film insanı başka yerlere götürdüğünden çok insanın kaçırdığı ve ender rastlanan bir durum var, dikkatli okuyun; "Breakfast at Tiffany's".... Sinema tarihinde ismi aslında reklam olan kaç tane film vardır. 




Filmin ilk sahnesi; Hepburn taksiden iner elindeki kahve ve çörekle bir pırlanta mağazasının önünde kahvaltısını yaparken vitrine bakar... Stil sahibi zarif bir kadın, kendini kötü hissettiğinde gidip sadece baktığı bir mağaza.... Vitrininde kahvaltı yaptığı pırlanta firmasının ismi ise "tiffany & co."


 İlerleyen sahnelerde orayı sevme sebebi çokca pekiştiriliyor. Filmi onlarca kez izlemiş olmama rağmen bir önceki izlemem de ilgimi çekmiş olması da sanırım benim şapşallığım... 60's da adamlar dünyanın en ünlü iconu üzerine film yazmışlar, düşündüğünde sanki uzun metrajlı dünyanın en güzel reklam filmi gibi.... Filme bir kez daha hayran kalmıştım, o yıllar için bence çok zekice.. Doğru kitleye, doğru yolla... Merak ediyorum 
"tiffany & co." bu zekice yatırım ile satışlarını kaça katladı?..

* Filmin müzikleri Henry Mancini'ye ait ki kendisi tüm zamanların en iyi film müziklerini yapan, önünde eğilesi bir müzisyendir. Bu filmde boğazımı her daim düğümlemiş, en sevdiğim ilk on şarkı arasında sayacağım "moon river" var. Saydığım ve sayacağım tüm nedenlerin en geçerlisi bile olabilir. Al götür beni!...


* İlerleyen günlerde yazacağım yazımda anlatacağım benim gibi ara ara kalbi kendinden hızlı atanların rahatlamak ve her şeyi unutmak için açıp izleyebileceği sakinleştirici etkisi olan bir film... Beni sakinleştiren her şeyi seviyorum, eminim sende de aynı etkiyi gösterecektir. Hani gece uyuyamazsın yaa battaniyeni alıp geçersin televizyon karşısındaki koltuğuna uzanırsın; bunu izlemelisin çünkü huzurla uyumanı istiyorum...

* Beni güldürüyor, filmin tamamı yüzde tebessüm bırakıyor, sersem gibi ağzında şeker var gibisin.. Dudaklarının iki yan çizgisi sürekli yanlara gidip geliyor ki bazı zamanlar gülücüğe bile dönüyor..

* Filmdeki adam iyi - kötü yazar ve kadın ile ilgili bir hikaye yazıyor.. Komik belki ama hep birinin benim için bir şey yazmasını istemişimdir. Hey hikaye kafada yaratılmış olabilir ama ilhamı ben olmalıyım! Hatta dostlarımdan biri bunu her söylediğimde "deli" der ve başını usulca yana çevirip gülümser...

* Son sırada abartısız, sade, masum beni fazlasıyla etkileyen bir aşk hikayesi var. Romantizme pek bayılmadığımı bilirsin ama işte benim sevdiğim romantizm dediğim türden..


Şımarıkça bir romantizm, birlikte geçirdikleri gün mesela... İşte benim romantiklerim!.. Birlikte kütüphaneye gitmeleri vs. hiç yapmadıkları ayrıntıları yapmaları tüm gün boyunca...

ve son sahne...

Herkesin hayalinde bir kavuşma sahnesi vardır; işte benimki bu filmdekidir hep mesela; yağmur altında, sırılsıklam olmuşluğu umursamazken!..

İnsanlar kendisini unutturan insanlara aşık olunabileceğini düşünürler halbuki asıl aşık olunası insanlar size kendinizi hatırlatan insanlardır; bu filmde de olduğu gibi.. Tabii bu dediğim anlayana... 




 Ve off dediğim replikler adamın ağzından dökülür...

Senin sorunun ne biliyor musun, bayan her kimsen?
Sen korkaksın! Cesaretin yok...
Hayatı olduğu gibi kabul etmekten bile korkuyorsun.
İnsanlar aşık olur. İnsanlar birbirine ait olur çünkü...
...gerçekten mutlu olabilmenin tek yolu budur.
Kendine özgür ruhlu, vahşi şey diyorsun ve birisi seni kafese kapatacak diye korkuyorsun.
Bebeğim sen zaten kafestesin, kendi kendini kafese kapatmışsın ve o kafes Tulip'in batısı, Teksas ve Somali'nin doğusuyla da sınırlı değil... Nereye gidersen git seninle.
Çünkü nereye kaçarsan kaç, yanında götürüyorsun...

PS: Filmin tüm müziklerini LİNK'ten dinleyebilirsin... Hala izlemediysen kendime tekrar tekrar hediye edecek kadar sevdiğim bu filmi al ve izle küçük bey.. Bu arada benim gibi "yaş" mefhumunu komik bulan biri için bu özel gün sonu eğlenceye açılan bir anahtar ki bazı insanlar tarafından hatırlanması çok ama çok hoşuma gidiyor!... Bir an düşündüm de yoksa gerçekten Tiffany'de kahvaltı mı etsem *-*

2013-01-26

Çoktan seçmeli olabilir misin?..




Yazımın konusu çocukken izlediğim bir çizgi filmden başladı.

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde 

1988 yılında yani TRT'nin tek kanal olduğu yıllardan kalma bu çizgi film mini miniyken beni düşündürmeye başlamıştı. Ürkerek izliyordum ama izlemekten kendimi alamıyordum. Sonraları çok düşündüm o yaşlarda beni fazlasıyla etkileyip ileriki yaşlarda aslında hepimizin yaşadığı ama bazılarımızda daha belirgin ufak çaptaki kişilik bölünmesine sebep olmuş olabilir mi? diye.. Sanırım bunun cevabını hiç bilemeyeceğim..

İzlemeyenler için toz bulutundan başlamak gerekirse; Dr. Jekyll ve Mr. Hyde  Robert Louis Stevenson tarafından 1886 yılında yazılmış bir kitap. Kitabın sinemaya ve televizyona çok fazla uyarlaması var ki (Viki'ye göre wuuhu 123 kez)  ben izlemedim, hatta NTV yayınlarından da çizgi romanı çıkmış.. Ancak esinlenildiğini düşündüğüm bir örnek var sanırım, belki onlar da benim gibi çocukken izleyip korkudan unutamamıştır ehe.. 

Araştırdıklarımdan anladığım kadarıyla Stevenson kitabın konusunu rüyasında görüyor ve çok kısa sürede yazarak kitap haline getiriyor. Bu arada aklıma bir önceki yazımın not kısmı geldi, sanırım rüyalarım gerçekten gerçek olabilir.. Kitap ki benim bildiğimce çizgi film; Dr. Jekyll'ın kimyasal bir formül bularak bedenindeki iyilik ve kötülüğü faklı insanlar gibi tek bedende ayırabildiğidir. Gündüzleri fazlası ile iyi bir doktorken, geceleri katil, nalet bir adam haline gelmektedir ve her türlü suçu acımasızca işlemektedir. Dr. Jekyll bu durumdan büyük vicdan azabı çekmektedir blaa blaa.. Viki'de çok hoşuma giden bir cümle var "Roman zaten insanın doğasında bulunan kişilik farklılıklarının bir alegorisidir." İnsanın doğasında aslında sadece iyilik ve kötülük yoktur, farklı şekillerde de bölünmeler yaşayabilirsin ki mesela benim ki öyle; tabii ki konumuz ben değilim o sebepten fazla ayrıntı bekleme... 

Neyse yıllar geçti, sabahın köründe koskoca bir tabak meyve eşliğinde gözlerimi ayırmadan izlediğim bu etkileyici eser aklımda hep kaldı.... Bir film bende derinlerde kalmış sessizliği sonraları yine bozmuştu yıl 1999'du ve ben bir anda dejavu olmuştum. 
  

Fight Club


 Birebir aynı değildi normal olarak ama dediğim gibi benim için özü aynıydı, bir çocuk izlediği şeyden korktuysa bir ömür kilitli bir dolapta hep saklı durur. Filmi izlemeyen yoktur diye düşünüyorum yok hala varsa bazı filmler eskimezlerden. Gerçi bana bakma 1886 yılında yazılmış bir kitaba, okumayı yeni söktüğüm yaşta bir çizgi filme takılı kalmışım ama geçerli nedenlerim var..

Figh Club konusunun yanında çok başarılı başrol oyuncularıyla göz dolduran, yüreklerde yer eden bir filmdi. "Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter"

Aklıma geceleri dinlemeyi sevdiğim bir ses geldi, sanırım sebebini şimdi anlıyorum; aynı  Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi tınısına bayıldığım ve beni bir yandan ürküten bir ses Tom Waits... LİNK'te sevdiğim şarkılarından biri sanırım eşlik edebilir bana olduğu gibi sana da.. 

Filme geri dönersek yine bir kişilik bölünmesi ve bunda da yine diğerinde olduğu gibi "iyi ve kötü"... Diğerinden farkı kimyasal yok!..  Filmle ilgili çok detaya girebilirim ama yapmayacağım çünkü önümüzde daha yol var...

Sonra yıl 2006'ya geldi taa taamm 

Beyza'nın Kadınları... 


Yönetmenine pek bayılmam normal şartlarda ama bu film mmmm güzeldi... Kişilik bölünmesi bu filmde de vardı ki fazlası vardı başrol oyuncusu ikiden fazla kişilik bölünmesi yaşıyordu, bu filmle birlikte araştırdığımda karşıma kişilik bölünmesinin "dissosyatif kişilik bozukluğu" olarak adlandırıldığını öğrendim. Kişi filmde de olduğu gibi bazen 10'a kadar çıkabilen farklı kişiler haline geliyor ve birbirlerini hatırlamıyorlar... Dışarıdan bakınca eğlenceli gibi görünse de evet sinemada ya da ekranda işlenilmeye çok müsait ama normal hayatta sanırım korkunç bir şey... 



Beyza'nın kadınları ile ilgili bir eklemem daha olacak ki benim için konunun da önünde diyebilirim Demet Evgar... Hanımefendiyi bu filmle tanıdım ve hayran kaldım. Oscarlık bir oyunculuktu, izlediğimde Türkiye'de ondan daha iyi bir aktris olmadığını düşündüm. Senaryo itibariyle birden fazla karakteri canlandırmıştı ve hepsi birbirinden başarılıydı ve inanır mısın ben hala o kadının gelmesi gereken yerde olmadığını düşünüyorum, az rastlanır türde bir oyuncu, izlersen ne demek istediğimi eminim daha iyi anlayacaksın... Bırak oynatmayı oyunculuğuna film yazılabilir, ilham o olur zaten..



Yıl 2012 bana ulaşması 2013'ü bulan yeni bir dizi dizi mag da gözüme çarptı; 

Do No Harm.. 


Henüz ilk bölümüne şahit olabildiğim dizide 'ki tutmazsa muhtemel devam etmezler' beyefendi yine doktor ve henüz nedenini bilmiyorum kişilik bölünmesiyle karşı karşıya.. Bilin bakalım hangileri "iyi ve kötü"... 

Sinema tarihinde örneği verilecek başka filmlerde olduğunu biliyorum ama ben sadece anlık aklıma gelen gözlemimi yazarım, onu işin uzmanlarına bırakıyorum...

Bilmelisin ki yazının başında da dediğim gibi herkes kişilik bölünmesi yaşar; doğamızda var... Bazılarımız bunu büyük çalışmalarla daha belirgin yaşarız. Bazen olmamız gereken, yetiştirildiğimiz, büyüdüğümüz sosyal çevrenin aksine bir karakter daha özgürlüğüne ulaşmak ister içimizde... Kendinin farkında olan ve kendini iyi tanıyan insan bunun farkında olabilir.. Figh Club'da olduğu gibi onu öldürmek için beni öldürmeliyim çözümü yanlış olur, korkmayalım araştırmalarıma göre tüm kişilikleri birbiri ile barıştırıp hayatına mutlu mesut devam edebiliyormuşsun... Ama diyorsan ki böylesi daha eğlenceli seni tabii ki tutmayacağım tatlım, tadını çıkar!..

Bakalım bir sonraki kişilik bölünmesi bizi nereye götürecek?

Ps: Benim tanıdığım bir Dr. Jekyll ve Mr. Hyde durumu da var çok çabalamama rağmen Dr. Jekyll'ı baskınlaştıramadım... Şarkımız bahsi geçen filmlerden birinin son sahnesinde çalıyor ve kendisi LİNK'te...